Bu zamana kadar hep aynı soruyu sormakla geçti günlerim. İnsanlar yalnızca çok acı çektikleri zaman mı benim çırpınışlarımı anlayabilir hale geliyorlardı, yoksa ben mi her insanın acısından bir pay çıkartıyordum kendime? Artık anladım ki ne insanlar olumsuz hislerini bırakıp kaçacak bir çöplük olarak görüyorlar beni ne de ben insanların yüklerini yüklenmeyi kabul edecek kadar toyum…

Nasıl aynı duyguları hisseden, hayata karşı aynı yerde duran, düşünceleri aynı kapıya çıkan insanların birbirini bulması, uzun soluklu ve sağlıklı ilişkiler inşa etmesi daha kolaysa; acıları ile yüzleşmeye hazır hale gelmiş, kendisinde o cesareti bulmuş kişilerin soluğu benim yanımda alması da o kadar normal bir durummuş meğersem. Onları gerçekten yaralayan, zayıf düşüren, yakıp kavuran, iç dünyalarına çekilme ihtiyacı hissettiren bir şey ile karşı karşıya kaldıkları zaman acıları ile hemhal olma fırsatı buluyorlarmış çünkü. Hayat yolculuğunda bir adım daha ilerleyebilmek, biraz daha olgunlaşabilmek adına acıları karşısında kürek çekmek yerine akışın onları daha güvenli bir limana sürüklemesini beklemeyi öğreniyorlarmış. Yardım dilenmek için değil asla, o an yaşadıklarına yakın gelen bir kişi olduğum için seçiyorlarmış beni. Çünkü ben acıları ile iç içe geçmiş bir insanım. Onları içimden söküp atamayacağım kadar sahiplenmişim hepsini. Acı çekmek, acının içimde alev alev yanması, bu yangının beni pişirmesi benim için o kadar olağan ki insanlara da tanıdık geliyormuş gözlerime yansıyan tüm bu yaşanmışlıklar. Acının beni sarıp sarmalamasına, usul usul başka bir insana dönüştürmesine izin veriyormuşum. Acılarımı seviyor ve onları besliyormuşum. Onların beni büyüteceğine güveniyormuşum.

İşte insanlar tüm bunları yaşamayı göze aldıkları zaman hayata karşı benimle aynı yerde durduklarını hissediyor ve benim yanımda yer almak istiyorlarmış.