Evden işe, işten eve. Başlarda güzeldi. Zira alışık olmadığım bir şekilde hızlı, savruk, cesur ve spontane bir yaşam tarzından yeni sıyrılmıştım. Gece kulüpleri, alkol, kadınlar, saçma sapan alışverişlerle bitirilen kredi kartı limitleri, bir anda içine düşülüp bir çırpıda sona eren arkadaşlıklar, balıklama dalınan maceralar, eve sabaha karşı dönmeler, eve dönmemeler, aileye yalan, ofistekilere yalan, kadınlara yalan, hatta dolandırıcılık, katakulli, üçkağıtçılık... ve tavlanamayan kadınlar, daha fazla alkol, Avrupa Yakasındaki gece kulüpleri...Yakıp içine atladığım bu kor gençlik ateşi söndükten sonra ardında kapkara bir farkındalık bulutu bıraktı: Kendime yabancılaşmıştım. Artık kim olduğumu, ne olduğumu bilmiyordum. Hatta daha kötüsü, hiçbir zaman keşfedememiştim kim olduğumu. Bugüne kadar olduğumu sandığım her şey gibi bu alev alev yanan delikanlı da arayışımın bir parçasıydı. Arayışın bu en hareketli ve yorucu macerası bittikten sonra, yeni bir maceraya atılmadan önce biraz dinlenmeye verdim kendimi. Biraz monotonluk iyi gelecekti. Biraz; evden işe, işten eve.

 

Böyle içine kapanık, böyle monoton dönemlerim olmuştu daha önce; yeni değildi benim için. Hatta çoğunlukla böyle dönemlerden geçtim bugüne kadar. Kiminde bol bol okudum, kiminde durmaksızın film izledim, kiminde zihnime ne düşerse yazdım, kendime bir şeyler katmadan geçirdiğim her dakikadan rahatsız oldum; kiminde oturup ciddi meseleler üzerine kafa yordum, kiminde varoluşsal sancılarla boğuştum; kiminde spor salonuna atıp durdum kendimi, kiminde bir spor dalına tutunmaya çalıştım; kiminde gitarı düşürmedim elimden, kiminde şarkı söylemekten sesim kısıldı; kiminde aşkı merkezine koydum hayatımın, kiminde bir acının etrafına çizdim yaşantımı, kiminde uçkurumun dikine gittim... Peki ya bu? Bu sefer farklıydı. Bu sefer, hiçbir şey yapmıyordum. Hiçbir şey düşünmüyordum. Hiçbir şey hissetmiyordum. Hiçbir şey! Her şeyden arınmış bir şekilde; evden işe, işten eve.

 

Her sabah, alarmı tam yedi kez erteledikten sonra kalkıyordum. Yüzüme su çarpıyor, dişlerimi fırçalıyor, duş alıyor ve elime geçen ilk giysileri giyinip çıkıyordum. Aylar önce aldığım pahalı cilt bakım ürünleri lavabonun yanındaki rafta öylece duruyordu ve ben sabun bile kullanmıyordum artık. At kılından kesem ve sırt fırçam her duşta ıslanıp pahalı duş jelime hasretle bakarken ben zeytinyağlı sabunla elimi köpürtüp sadece koltuk altımı ve cinsel bölgemi sabunluyor, saçımı yalnızca bir defa şampuanlıyordum ve artık, “Bugün hangi iç çamaşırın modundayım?” gibi düşünceler aklımın ucundan bile geçmiyordu.

 

Her sabah evin karşısındaki pastaneden sosisli açma ve simit alıp işe giderken yolda yiyordum. Yulafım güvelenmiş, granolamın tarihi geçmiş, bitkisel sütlerimden bozulabilenler bozulmuştu. Bir de sanırım kapkara olmuş birkaç muz vardı dolapta. İş, her zamankinden farksızdı. Fakat artık eve döndüğümde yemek yapacak enerjiyi ve hevesi bir türlü bulamıyor, olanca kredi kartı borcuma rağmen dışardan söylüyordum. Yemek yerken, izlemekte olduğum diziye kaldığım yerden devam ediyor ve televizyonun karşısında sızana kadar dizi izliyordum. Şöyle bir kokteyl hazırlayayım, gidip neşesine iki tane bira alıp mısır patlatayım; yoktu artık. Canım hiç mi hiç alkol istemiyordu. Ama durmaksızın da çerez, dondurma yiyor ve limonata, maden suyu gibi soğuk içecekleri buz katıp katıp, bardak bardak içiyordum. Bir de şu “vape” denen merete alışmıştım ki sorma gitsin. Evime on dakika yürüme mesafesindeki spor salonuna yaptığım yıllık abonelik de benimle bir benzerlik içerisinde, aslanlar gibi yatıyordu tabii.

 

Gelgelelim -sadece dişlerimi fırçalarken olsa da- aynaya bakıyordum bakmasına, ama görmüyordum kendimi. Saçımın sakalımın birbirine karıştığını farz ediyordum. Fakat berberimi aramak veya elime tıraş makinemi almak için patronumun “Bu ne hal?” diye çıkışmasını bekliyordum galiba. Haliyle o sabah, ofisteki arkadaşlarım söyleyene kadar yüzümde yastık kılıfımın deseninin izi kaldığını fark etmemiştim.

 

Garipti. Zira işlemeli bir kılıf değildi bu. Tahmin de edersiniz ki bir aydır aynı yastık kılıfını kullanıyordum ve ilk kez böyle bir şey başıma geliyordu. Yine de hiç kafa yormadım üzerine. Tamamen aynı bir günün ardından gecenin bir yarısı televizyon karşısında uyanıp yatağıma geçerken yastık kılıfımı değiştirdim, uyudum ve yedinci alarm ile ertesi güne uyandım.

 

Bu sefer aynaya bakarken kendimi görmeden edemedim. Çünkü yeni geçirdiğim temiz yastık kılıfının sadece deseni değil, renkleri de geçmişti suratıma! Hemen yıkayıp çıkarmaya çalıştım, çıkmadı. Sabunla yıkamayı denedim, çıkmadı. Ne ile çıkarabilirim diye etrafıma bakarken uzun süredir kullanmadığım yüzlerce liralık yüz yıkama jelimi gördüm, fakat o da çıkaramadı. Yapacak bir şey yok, deyip işin yolunu tuttum.

 

Ofiste yüzümün halini gören ve çıkaramadığımı öğrenenlerden bazıları çamaşır suyu gibi abuk subuk çözüm önerileri sunsa da ben doktora gitmemi önerenleri dinledim ve ertesi güne doktor randevusu aldım. Fakat, bir önceki tıpatıp aynı olan o günün ertesi gününe uyandığımda, doktora gitmem pek mümkün gözükmüyordu. Zira üçüncü yastık kılıfının ne izi ne de rengi geçmişti yüzüme. Durum çok daha kötüydü. Kafam, olduğu gibi yastıkla bütünleşmişti!

 

Nefes alıyor, görüyor, duyuyor, konuşuyordum. Ancak aynada gördüğüm tek şey dün gece başımı koyduğum yastıktı. Yastığım, yatağımın üzerinde değil, yeni kafam olarak omuzlarımın üzerindeydi. Daha nasıl tasvir edebilirim bilmiyorum. Düpedüz yastık kafalıydım işte. Kafam yastıktı.

 

Bu halde işe gidemezdim. Ancak durumu da anlatamazdım. Patronuma fotoğraf atmayı düşündüm. Fakat korkutucu olabilirdi bu. Ya da photoshop yaptığımı veya fotoğrafı bir yapay zeka uygulamasına yaptırdığımı düşünebilirdi. Neden sonra doktor randevusu için halihazırda öğlene kadar izinli olduğum aklıma geldi ve yalandan, hastanede beklediğimi, uzayabileceğini söyleyip günün tamamı için izin aldım. Çok da yalan sayılmazdı gerçi, zira doktora gitmeyi düşünüyordum. Düşünüyordum düşünmesine de hangi doktora gidilirdi ki bunun için? Cildiyeye randevu almıştım ama şu an pek de cildiyelik gözükmüyordu durum. Biraz dinleneyim, bakarım, dedim. Sonra yastık başımı kanepeye bir koydum ki...

 

Başımın daha önce hiç bu kadar rahat ettiğini hatırlamıyorum. Tarifsiz bir rahatlıktı bu. Bir an için düşünün, başınızın yerinde yastık olmasının vereceği konforu! Olağanüstüydü. Bir şeyler nihayete ermiş gibi bir rahatlık vardı başımda.

 

Bütün gün şurada uzanıp ne dizi izlenirdi şimdi! O gün, yemek, tuvalet gibi temel ihtiyaçlarım dışında hiç kalkmadım kanepeden ve günün sonunda, her günün sonunda olduğu gibi televizyonun karşısında sızdıktan birkaç saat sonra kalkıp yatağıma yattım. Ömrümün en rahat uykusunun beni beklediğini bilerek. Yüzümde kılıfımın iki kenarını kırıştıran bir tebessüm ile...

 

Ertesi gün cumartesiydi. Başımda dün geceki kusursuz rahatlık hissi duruyordu hâlâ. Belli ki hâlâ yastıktı başım. “İşte bu!” dedim, “Bundan sonra böyle. Bundan sonra, kafası en rahat adamıyım dünyanın!” Emin olmak için ellerimi yastık başıma götürmeye yeltendim, gitmedi. Dahası, hiç ama hiç hareket edemiyordum. Güç bela aşağı doğru, vücuduma baktım. Vücudum yoktu! Bana dair hiçbir şey yoktu. Ellerim, gövdem, bacaklarım... Hiçbir şey! Sadece yatak, yatağın üzerinde kırışmış bir çarşaf ve sıcaklanıp üstten atılmış, bir kenarda toplanmış pike. Çok geçmeden bütünüyle kavradım durumu. Son birkaç gündür yaşadığım şey bir dönüşümdü demek ki. Dönüşümüm tamamlanmıştı sonunda. Sonunda, yatağım olmuştum.

 

O an, düşüncelerden ziyade, yalnızca bir his vardı aklımda: Tüm vücuduma yayılan, kusursuz bir rahatlık hissi. Olağanüstüydü. Varoluşum nihayete ermiş gibi bir rahatlık vardı vücudumda.

 



 

ağustos 2023, içerenköy



resim: Eugène Delacroix