Nasılsın güzeller güzelim. Yorgun gibisin uzun zamandır. Başkalarıyla ilgilenmekten kendine bir kahve yapacak bile zamanın olmadı ne zamandır kaldı ki aynanın karşısına geçip yorgunluktan iyice çökmüş göz altlarına bakacaksın. Bu yüzden mi öğrendin yoksa makyaj yapmayı, kusurlarını değil de yorgunluğunu kapatmak için? Güçlü duracağım diye yedin bitirdin kendini. Oysa güçlü olmakla dayanıklı olmak arasında dağlar kadar fark var be Kübom. Hani mesela aksiyon filmlerinde ölen iki başrole değil de hep arkadaki ölen figüranlara bakarsın, onlar ufak bir hareket etse gülümsersin ya. Heh! İşte kahramanlar illa ölür, sen yaşamaya bak Kübram. 

  Doğdun doğalı aşkı, sevgiyi kovalıyorsun. Bunlardan birini en ufak hissettiğin an da yok etmek için elinden geleni yapıyor, köşe bucak kaçıyorsun. İtiraf etmelisin ki sen mutlu olmaktan korkuyorsun. Çünkü bilmiyorsun nedir, ne değildir. Kaç yaşına geldin hala nasıl mutlu olacağını bile öğrenemedin. Şahsen ben olan biten her şeyden sıyrılarak nasıl olduğumu düşündüğümde mutlu oluyorum. Kimseye ihtiyaç duymadan her şeyi kendi kendime çözebiliyorum. Mecburi şeyler dışındaki her fırsatta kendi yanıma kaçıyorum. Bakma ayrıldık diye mızıklandığım oldu ama başından beri tek kişilik yaşamaktan her zaman memnundum. Bunları söylerken, bir köşeye çekilip zamanın geçişine izleyici olmaktan bahsetmiyorum kesinlikle. Bilakis, başına gelenleri abartmadan, düştüğün yere saplanmadan, çok da hadise çıkarmadan devam etmekten söz ediyorum. Zamanla birlikte akmaktan yani. Amaan neyse, ne kadar anlatmayı denesem de kafamdaki gibi aktaramayacağım nasılsa. Hem niye aktarayım di mi, aklın var fikrin var sen de buluyorsundur kendi yollarını. Onu diyorum işte, insanın kendi yolları gibisi yoktur Kübom.

  Yorgunluktan hallice kocaman da bir bıkkınlık var göz bebeklerinde. Neşeli, güneşli hikayeler anlatmak isterken buna izin vermeyen tüm koşullardan bıkmışsın artık. Haklısın da. Ama kapat gözlerini artık. Patlayan bombalardan, manavdan çürümüş, atılacak olan marul yapraklarını isteyen teyzeden, otobüste teklifsizce koltuğunu yatıran adamdan, selam verdiğinde suratına sığır gibi bakandan, apartmanda kapıcıya it gibi davranandan, özür dilemeyi acizlikten sayandan, lütfen demeyi ağzına yakıştıramayandan, teşekkür etmekten haberi olmayandan, parasını ödediği her şeyin sahibi olduğunu sanan bu işgalci bu nezaketsiz bu üslupsuz kalabalıktan sen sorumlu değilsin ya! Anlıyorum derdini, kızmıyorum da. Sen çaresizlikten, çıkışsızlıktan, umutsuzluktan bıkmışsın Kübram. Olsun geçer. Sabahları kalkar işine gücüne gidersin. Her şey yolundaymış gibi giyinip süslenirsin. Yüzüne gülen suratlar çizer, insanlara o en sevdiğin kelimeyi söylersin: Günaydın!

  Bence tüm sıkıntı, esasen bir hayvan olduğumuzu unutuyoruz ya da bir türlü kabul edemiyoruz. Bak basitçe anlatayım. Bizi diğer tüm mahlukattan farklı kılan sevgili beynimiz, içerisinde işte tüm o mahlukatın bilgisini de taşır. Sürüngen beyin, limbik sistem ve korteksten oluşan bu muazzam yapı, doğru yerlere basıldığında muhteşem sesler çıkarır. Cinsellik sürüngen beyinle ilgiliyken, duygular limbik sistemde dolaşır. Fakat elimizde, bizi akıl ve nizama davet eden korteks gibi bilge bir kozumuz vardır. Aşk dediğimiz şey mesela kabul etmek gerekir ki insan icadıdır. Evet, doğru. Biz icat ettik aşkı. Yerleşik düzene geçtikten sonra gelişen toplumsal kültürün biyolojiye etkisi sonucu aşık olmak üzere evrimleştik. Öncesinde genlerin devamı için aşka gerek yokken, zamanla bu zorunluluk haline geldi. İnsan bebeğinin diğer hayvanlara nazaran çok daha uzun süre bakıma ihtiyacı olması nedeniyle de bir anne-baba iş birliği oluşturmak adına, tek eşlilik ve sadakat gibi kavramlara yöneldik. İşte bu yüzden, genlerimizin devamı için çıldıran sürüngen beynimizdeki hayvani düşünceleri, limbik sistemimizdeki duygularla olduk olmadık anlamlara bürüyüp aşık oluyor, o kişi tarafından istenmediğimizde de soyumuz kuruyacakmış gibi krizlere giriyoruz. Hayır kurursa kurusun, bu çağda böyle ilkel yaklaşımlar da denir? Çelişki tam burada işte. Aklını korteksine toplayıp sistemi reddedenlerin genleri devam etmiyor. Akıllılar ölüp gidiyor yani, hadi geçmiş olsun sana da. Hayır tabii ki aşık ol, ol tabii. Başka türlü de tadı tuzu çıkmıyor ki hayatın. Denk gelirse hatta en kralını yaşa. Bu devirde bir aşk kolay mı yetişiyor? Benim sana tavsiyem işler ters gittiğinde, korteksinin adamı olmayı başarıp meseleyi çok büyütmemen gerektiğini öğrenmen. Aşk acısını tarihe gömmen gerekiyor Kübom.

  Canım benim, şunu bil ki her zaman ısıtmasa da her gün güneş doğacak. Dünya döner, iklim değişir. Bir yağmur yağar yıkanır her yer. Tüm yapraklarını dökmüş ağaçlar bile baharı görünce yeşillenir. Bir gün uyandığında o hiç geçmeyecek sandığın acının orada olmadığını fark edersin. Ohh be diyip bir nefes alırsın. Hayata yeniden alıcı gözle baktığında, aslında hepsinin hikaye olduğunu anlarsın. Her şey bir hikaye ile başlar ve biter. Ağzımızda iyi kötü bir tat kalır, acısıyla tatlısıyla.

  Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim Kübom. İnsanların çayı ve kahveyi şekerli içmeni eleştirmelerinden çok sıkıldım. Evrimimizin tamamen şeker peşinde ve şeker uğruna gerçekleştiğini bilmeyen insanlar bu konuda resmen sugarshaming yapıyorlar bence. Tamam sağlıksız olduğu söylenebilir ama sonuçta atalarımız böyle hayatta kalmış, azıcık analiz azıcık sentez rica ediyorum. Akşamdan akşama iki şekerli çayın, bir de final haftası içtiğin dört şekerli filtre kahven var, ona da karışmasınlar be balım. Konuyu niye şekere getirdim? Çünkü konuları hep tatlıya bağlamak gerekir. Dalga geçmediğimiz her şey bizi tüketir, gülelim gitsin be Kübom.