Kırk soluk rüzgarın üşüttüğü sahilde, ceketimin tepelerine sığınmış, yürüyorum. İki adım çizgimin dağıldığı yerden koparıyorum bir şehirlik yaşamı oltasına takmış, yalpalayan aklımı. Önümde parlaklığını yorgunca satmış bir renk. Deniz desen öfkelenir. Öyle geçmiş canlılığından. Bir ölgünlükten öfke çıkarmış, vuruyor şekilsizliğiyle tenhamı besleyen kayalara. İç cebimden bir tutam hatıra çıkarıyor ve bakışımı üzerini ezdiğim kaldırımların bir dağın tepesine kıvrılan görüsüne çeviriyorum. Hatıram bir oluyor manzarayla. Sağımda uzanan ve öfkesini kayalara tüküren renkten bir serpimlik öfke çarpıyor, yüzüme. Onunla mücadele etmiyorum. Adımlıyorum, renkten uzağa.

Ten rengimin parlağı karşılığında iç cebimde durabilen sigaranın varlığını sağ elimle rahatsız ediyor ve şehvetsiz beden diliyle dudaklarımın arasına yerleştiriyorum, usul. Hafifçe bastırıp gevşetiyorum sonra. En son tanrıvari bir yoklukla ateşliyorum yanası yerini. Duman büyüyor. Yürüyorum. Sağım renk, solum şehirden bozma. Bir şeyleri tüketmeleri gerektiğine inanmış insanlara inançlarına benzer ürünler sunan küçük büyük dükkanların anlamları yansıyor karanlığı benimsemiş gökyüzüne. Ayak ucuma bir yaprak düşüyor, yerdeki ıslaklığa teslim ediyor kendini, görüyorum, seyrediyorum, hareketliliğimi bozuyorum; belki de bu onun intiharıdır, demek geçiyor içimden ikinci sınıf bir şair aklıyla. Hiçbir şey demiyorum. Eksiğimi anlamaya gelmiştim buraya. Onu sorgulamaya. Onunla barışmaya belki. Hatırlıyorum.


Ceketime tutunuyorum rüzgardan, yakalarını canıma uygun hale getiriyorum. Rengin ve kayaların tarafında kalan kısmına ilerliyorum dünyanın. İki kaya, bir boşluk, bir sıçrama, bir kaya, bir sıçrama, üç denize yakın adım. İşte son boşluk kesintisi, ayak diplerimde. Ötesi renk. Ötesi öfke. Sebebini unutmuş bir öfke. Unuttuğunu hatırlayamamanın öfkesi. Belki de hiç hatıranın, boşluğun öfkesi. Kahverengi botlarımın burnundan pantolonumun paça uçlarına yansıyan bir soğukluk. Bir öfkeyi anlamakla tanışıyorum. Bir soğukluk yapıyor bana bunu, ayak diplerimde savrulan.

Zamanın sonsuzuna takılıp üzerinde asılı kalacak manasız bir soru bırakıyorum evrene, saç tellerim altından. Zaman. Zaman. Unutularak yok edilemeyecek tek şey belki. Şair aklı ne uzun olursa olsun şiirle üstesinden gelinemeyecek bir şey.

İndiğim hızı reddederek caddeye sıçrıyorum. Kurtuluyorum öfkeden, zamandan, eskiden, griden. Etraf grisi sade değil hafif siyahımtrak. Bir kokuya benziyor anın görüntüsü. Çocukken eksikliği hissedilen bir şeyin kokusuna. Sığınamamış olmanın belki. Belki sade dünyada olmanın.

Bilemiyorum. Bilemediğimle adımlıyorum şehir canlılığına, her sabah yataktan kendimi yırttığım gibi; dahil etmeye koşuyorum etimi şimdi denen mezbahaya; ölümsüzlüğe kullarından ikna olmuş firavunlar. Gibi. Diriyim ama.

Şüphesiz.

Etlerimin sıkılığı ömrümün bile gözünü korkutur.


Yok ama.

Bahis şuysa:

Eğer etimi değil aklımı dökeceksem ortaya, bulacaksam bu cesareti, etraf gözlerinin ışığı takıldığında gölgeme yalnız anlayış duyacaksam, her şey ilkiyle var olacaksa bir boşluk gibi, öğrenmek birine batmak için sivrilmeyecekse diri akıllarda, ki bilirim ölü akıllar da vardır; tam da orada durdururum ayaklarımı.

Durdururum ve bir renk ısmarlarım bakışımın anladığı her şeye. Solgunluğumla öderim hesabı. Gocunmam. Bir çekirgeyle değişirim ceketimi. Yoldaşını kaybetmiş karıncanın erzak tezgahına çırak olurum; tutarım yaprağın diğer ucundan, gölgesini taklit ederim eksiğinin; başını okşarım iki ağustos. Bir kayayı anlarım ben ayaklarım yeterince durduysa. Bir çiçekle hemfikir olurum yok yere. O bunu talep etmemişken üstelik. Yeter ki yeterince dursun ayaklarım.

Yeterince durdurabilirsem ayaklarımı, bir de aklımın koşusu biterse peşi sıra; indiririm gardımı. Ve gocunmam: beni deniz bile sınar.