Yıkılmış olmayan kentlerden yıkılmış insanları izleyip duruyoruz. Modernitenin kayıp olan sorunlarıyla baş başayız. Modern semtler, modern insanlar. Evet bazı şeyler izlediğimizin arkasında bambaşka hâl alıyor, alıyor da hangi insanın bir diğerine iyilik borcu olur ki?

Başlangıcından gelişme kısmına kadar Cihangir'in Kadıköy tavrıylayız. Odaklanmamız gereken de o semtlerin 'smoke' havası gibi görünüyor. Eh yani sıkıcı gibi. Yılmaz, yalnızlığıyla kalana kadar. Birileri hayatlarımıza girer ona biçtiğimiz anlamlar da kendimizle alakalı. Sınırlarımızın varlığı ve çocukluğumuzun eksiklikleriyle ya da böyle sanki evrimin kodunda küçük hatalardan müsebbib ağrılardan. Kimin kime karşılıksız dostluk borcu var ki?

Filme odak aldığım yer Yılmaz'ın "arkadaşlarım ya onlar" dediği kısımda değişti. İzlediğim şeyin bir Cihangir derdi olmadığını gördüm. Belirli yerlerin belli görevlerini sırtlanmış insanlardan da değilmiş Yılmaz. Bağcılar çıkışlı bir Cihangirli. Birileri için bir şeyler yapmak onun için sorumlulıuk olmuş. Gördüğü değeri de bundan yola çıkarak düşünüp mutlu olan biri. Sırtlandığı görevi layıkıyla yerine getirir. Bir gün ise kendini düşünür dinlenir. O arkadaşlar artık uzaktan gülümser. Yani ne sandık ki? Orası Cihangir'in olayı zaten "abi".

Neden ağladın Yılmaz, ne hissettin? Dünyaya doğduğunda ana rahmin sana bu tehlikeleri fısıldamadı mı adınla beraber? Hayat tehlikeli işler yaptığında da çözüme kavuşmuyor. Anlamış olmuyorsun yani. Hayat o tuvalette ağladığında sana "burdayım" diyor. Bize diyor, evet. O çıktığımız yerlerimizde de ağlamamış mıydık? Korkulu bir biçimde artık başka yerdeydik. O tuvalet ve o ağlayış... İşte o sana dünyanın tehlikesini hatırlattı... Hatırlattı çünkü dünyada her şey hazır ve keşfedilmek için sırasını bekliyor.

Unutma Yılmaz kimsenin sana borcu yok. Burası dünya burası bu kadar işte.