Şehir merkezinden doğuya doğru ilerlerken tırmanılan ikinci rampadan inince muz bahçeleri başlar. İki muz bahçesinin arasından sağa doğru patika bir yol uzanır. Bu yolun devamında karşınıza bir dağ gelir. Dağa tırmanıp da doruk noktasına ulaştığınızda aşağınızda uçsuz bucaksız bir deniz, bu deniz ve dağ arasına sıkışıp kalmış olan bir yerleşim yeri görürsünüz. İşte bu yerleşim yeri öyle bir yerdir ki geçimini dağlarında yetişen şifalı bitkilerden ve denizinden çıkan, eşine az rastlanan balıklardan sağlar. Bazı kimselere göre bu yerleşim yerinin adı bu yüzden ‘’Bereket’’ olarak adlandırılır.

Bereket’e gelen insanlar şaşırır, dağın doruğuna çıkıp da aşağıya bakıldığında hırçın dalgaların kıyıyı dövüşü ve dik yamaçlara kondurulmuş küçük kulübeleri görürler. ‘’Bu hırçın denizden bu kadar lezzetli ve ender balıkları nasıl tutarlar; nasıl bu dik yamaçlarda, sivri kayalarda şifalı bitkiler yetiştirirler?’’ diye sorarlar. Aslında aradıkları cevap bulundukları yerde gizlidir. Doruğa çıkanlar eşsiz manzaranın karşısında bunları düşünürken başları dönmeye, ağrımaya başlar. Bereket’in havası o kadar temizdir ki hem misafirlerini orada uzun süreli barındırmaz, hem de yabanıl bitkilerin bile şifalı olmasını sağlar.

Dağda başı ağrıyanlar, sahildeki balıkçı kahvelerinde alırlar soluğu. Deniz kenarında kıyıyı döven dalgaları hayretle izlerken bitki çaylarını içerler. Balıkçı kahvelerinde bitki çaylarından başka bir şey yoktur. Temiz havadan dolayı rahatsızlananlar şifayı yine bu havanın bir ürünü olan bitkilerde bulurlar.

Bitki çaylarını içip denizi seyreden misafirlerin gözlerini hayretler içerisinde fal taşı gibi açtıran balıkçı tekneleri görünür. Azgın dalgaların arasında bir gözden yitip bir dağ boyunda dalgaların sırtında adeta dalgaya hükmeder gibi kıyıya doğru gelen teknelerdir bunlar. Her bir teknenin başında onlarca, belki yüzlerce martı vardır. Bu balıkçı tekneleri o kadar bereketlidir ki hem insanları hem doğayı doyurmaktadırlar. Çaylarını bitiren misafirler denizden gelenleri karşılamak için mezat alanına doğru ilerlerler.

Mezat alanına gelindiğinde teknelerden indirilen balıklara herkes hayretler içerisinde bakar; bu balıklar daha önce gördükleri, yedikleri balıklardan çok farklıdırlar. Mezat başlar, en özel balıklar satışa çıkarılır. Bu özel balıklar sahiplerini bulur ve araçlara taşındıktan sonra o gün toplanan tüm küçük balıklar toplanıp tartılır. Tartılan balıklar mezata katılanlar arasında eşit bir şekilde paylaştırılıp dağıtılır.

Balıklarını alan misafirler balıklarını sahildeki meyhanelerden birine bırakır ve akşam yemeği için siparişlerini verirler. Kaçta geleceklerini, balıklarının nasıl pişirmelerini istediklerini söylerler. Misafirler siparişlerini verdikten sonra meyhanelerin mutfaklarında hummalı bir çalışma başlar. Bu sırada avdan dönen balıkçılar sokakları ve kahveleri doldurmaya başlamışlardır. Misafirler ise akşam yemekleri hazır olan kadar dağa tırmanıp o meşhur şifalı bitkilerden toplamak üzere yola çıkarlar. Misafirlere her gün seçilen bir rehber eşlik eder. Bu rehberler bir yandan misafirlere dağdaki dik yamaçlarda nasıl gezeceklerini gösterirken bir yandan da hangi bitkiyi toplayacaklarını, topladıkları bitkileri nasıl tüketeceklerini anlatır. Yanlarında kağıt kalem getirenler şanslıdır. Yüzlerce bitki binlerce derde devadır.

Hava kararana kadar dağdaki yürüyüş devam eder. Hava kararınca misafirler ziyafet çekmek için meyhanelerin yolunu tutar. Meyhanelerde önce mezeler gelir masaya, ardından üstlerinde dumanları tüten balıklar. Bu meyhanelerde rakı, şarap gibi alkollü ürünler satılmaz. İnsan doğasını etkilediği ve kötü sonuçlara yol açtığı için halk kendi arasında yasaklamıştır. Bu içeceklerin yerine şifalı bitkilerden elde ettikleri bir içkiden sunarlar. Bu içki içilince insanlara keyiflenir; yüzlerinde çiçekler açar, sohbetler koyulaşır, kahkahalar yükselmeye başlar.

Muhabbetin en güzel yerinde, herkes neşesinin doruğundayken biri sahneye çıkar. Sahilde kocaman bir ateş peyda olur. O ateşin sahibi meyhanedeki misafirlere alevlerle bir şov yapar, yanına çağırır. Ak saçı, ak sakalı birbirine karışmış; masmavi gözleri, kıpkırmızı suratı ve dağlara vuran heybetli gölgesiyle bağırır:


"Bereketli oldu, afiyetler olsun

Bir gün daha bitti, varsın olsun

Kızıllar içinde doğdu, mavilerde battı

İyi veya kötü, gönüller bir olsun!"


Meyhanede oturanlar ne olduğunu anlayamadan bağıran bu adama bakarlar. Gür sesi gölgesinin düştüğü dağlardan çarpıp geri döner. Dönerken meyhanede oturan herkesi önüne katıp da gelir, maviliklerde yiter. Meyhanedekiler şimdi ateşin etrafında çember oluşturmuşlar, ateşin sahibinin ağzından çıkacak sözcüklere odaklanmışlardır. Tam o anda alevler son gösterisini yapar; gökyüzüne kadar yükselir, masmavi deniz kıpkırmızı kesilir. Bütün gün kıyıyı döven deniz bir anda usulcacık okşamaya başlar kayaları. Herkes denizin birden durulmasına hayretler içinde anlam vermeye çalışırken o başlar söze:

‘’Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Dağ tepe dinlemediniz, ayağınızın tozuyla geldiniz. Efendim bendeniz gördüğünüz bu dağların, denizlerin sahibiyim. Kaderim balıkçı ağlarından örülü, denizin ve ateşin oğluyum; bu topraklar, bu denizler uğruna kurban edilmişim. Bir kez doğup bin kez ölenim. Bin kez ölüp de kavuşamadım şu sevdiklerime. Bir kez doğdum da gülemedim doyasıya.

Efendim hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Bereketli topraklara, bereketli denizlere geldiniz. Çoğunuz geldiğinden beri merak edersiniz bilirim, ‘’Nedir bu bolluk bereket? Nedir tüm bu güzelliklerin nedeni? Burası başka bir dünya, dünya değil adeta cennet.’’ dersiniz. Efendim izin verin açıklayayım:


Yıllar, çok uzun yıllar önce burası geçimini balıkçılıktan sağlayan az haneli bir yerdi. Ne toprağı, ne denizi bu kadar bereketliydi. Çok şükür herkes geçimini sağlardı, fazlasında kimsenin gözü yoktu. İşte böyleydi efendim, herkes mutlu mesut yaşardı. Tabii her mutlu yaşantının sonunda olan gibi o mutlu, güzel günler de sona erdi. Benim yüzümden efendim! Benim yüzümden!

Bir geceydi, babam arkadaşlarıyla birlikte denize açıldı. Çok sıcak bir geceydi, deniz çarşaf gibiydi, dümdüz. Yaprak bile kıpırdamıyordu. Cırcır böcekleri sıcaktan bir bir patlıyordu. Gecenin bir yarısı o sıcaklarla boğuşurken birden ortalık aydınlandı. Dağdan aşağılara doğru alev almış kayalar, ağaçlar düşmeye başladı. Düştükleri her yeri yakıyorlardı. Kasabadaki herkes ayaktaydı, dışarıya çıkmıştık. Kulübeden çıkıp da dağa baktım efendim, tam orası bakın gölgemin bittiği yer en yukarısı. Oralardan kayalar atıyorlardı aşağıya. Alev toplarıydı, üzerimize geliyorlardı. Dağ bağıra bağıra bize saldırıyordu adeta.

Herkes evlerine koştu, kovalarla hortumlarla denizden su taşımaya başladık dağa doğru. Herkes seferber olmuş, canını dişine takmış çalışıyordu. Tam o sırada bir şey oldu, kimse anlam veremedi. Deniz kabarmaya, denizden karaya soğuk, sert bir yel esmeye başladı. Denizin ortasında dalgalarla boğuşan balıkçı tekneleri göründü. Açıktayken kasabanın üstündeki yangının kırmızılığını görmüşler, yardım etmek için geri dönmüşlerdi. Dönmüşlerdi ya karaya yaklaşmaları ne mümkün. Dalgalar bir o yana alıp götürüyor, tam karaya ayak basacakları sırada ters düz ediyordu tekneleri. Biz alevlerle onlar dalgalarla boğuştular sabaha kadar.

Sabahın ilk ışıklarıyla yangın sönmüştü. Ayakta kalan tekneleri zar zor bağlamıştık kıyıya. Herkes o kadar yorulmuştu ki sokaklarda, duvar diplerinde yere yığılıp kalmış uyuyan insanlar vardı. Ben de kendimi sahildeki kahveye attım. Tam uyuyacakken aklıma geldi, babam denizden dönmemiş, annemi geceden beri görmemiştim. Fırladım ayağa, koştum babamın arkadaşlarına sordum. Onlar alevleri görüp de geri dönerken bir ara babamla yan yanalarmış. Dalgalarla boğuşurken babam gözden kaybolmuş. Bir daha da görmemişler. ‘’Baban usta denizcidir, bir yolunu bulup atmıştır kendini kıyıya.’’ dediler. Sahile koştum tekrar, baktım dalgalar aynı hırçınlıkta dövüyor sahili. Deniz durulunca geleceğini ümit ederek eve koştum. Annem evde yoktu. Komşulara koştum, herkesi uyandırdım. Annemi gören olmamıştı. Bütün köy aramaya çıktık annemi. Bir yerde uyumuş kalmış olabilir diye bütün sokakları aradık, taradık bulamadık.


İşte hikaye böyle bir hikayedir ki efendim o günden beri ne deniz duruldu, ne de toprak. Babam denize karıştı, annem toprak oldu. Dedim ya denizin ve ateşin oğluyum. Şifalı bitkiler anam, balıklar babam oldu. Bereket oldular, taştılar. Bendeniz efendim o geceden sonra her gün sahilde ateş yakar; anamı ateşten, babamı denizden beklerim. Bugün de bereketli bir gün oldu çok şükür efendim. Afiyetler olsun.’’