Düşüncenin; imgeler ve görüntülerle dışa vurulduğu ve anlamın bu düzlemde yaratıldığı sinema evreni, bize sınırsız sayıda hikayeyi çeşitli anlatım teknikleriyle anlatmaya devam ediyor. Filmlerde zamanla artan hareket ve aksiyon film izleme algımızı dönüştürdüğünden, hayatın normal akışına yakın kurgular bize yavaş gelmekte hatta bir miktar sıkmakta. Belki de monotonluktan kurtulmak için hareketli filmlere yönelmekteyizdir.


Sinemanın genel kuralı ya da işlevi, çok laftan ziyade olabildiğince görüntü sunarak anlam yaratmaktır. Size bu kuraldan hareketle bir filmden bahsetmek istiyorum. Görüntülerle anlam yaratma açısından oldukça zengin; panoramik çekimlerin, yakın planlardan çok genel planların kullanıldığı, anlatılmak istenenin göstergeler ve semboller aracılığıyla anlatıldığı ve Reha Erdem’in yazıp yönettiği Beş Vakit filminden bahsediyorum. 39. SİYAD Ödülleri'nde en iyi film ve en iyi yönetmen ödülünü almaya hak kazanan bu film; oldukça durağan, zaman zaman izlenmesi zor bir film. Tabii bu ortalama bir sinema izleyicisi için geçerli. Sinemada estetik ve görsel zenginliğe dikkat eden, normal sinema izleyicisinden bu anlamda ayrışmış izleyici için ise film görsel bir şölen gibi…


Filmde dikkat edilecek hususlardan biri, zaman kavramını işleyiş bakımından farklı bir yol izlemiş olması. Mesela vakit kavramı ezan ve minare ekseninde; zamanın akışı, ay-güneşin konumu ve bulutların akışı gibi doğal/dolaylı göstergelerle ifade edilmiş. Film bir köyde geçiyor ve genelde köy hayatında zaman beş vakit ezanla bölünmüş olarak yaşanır. Şehirdeki saat kullanımı orada pek yoktur.


Bunca görsel malzemenin ve anlatı biçiminin bize anlatmak istediği nedir? Görsel malzeme elbette önemlidir ama anlatacağınız konuyu satır satır vurguluyorsa…

Konuya geçecek olursak film, aileleri tarafından çaresizleştirilen, ezilen, duygu ve hayal dünyaları yok sayılan üç çocuk etrafında dönüyor. Büyüme çağında, etrafını meraklı gözlerle izleyen ve muhakeme yapabilen, ebeveynlerinin anlayışsızlığı ve acımasızlığı altında ezilen çocuklar bunlar.


Filmin ana konusunu daha filmin başında bir nine şu cümlelerle ifade eder: “Erkekler böyledir. Oğlancıkken iyi olurlar, baba olunca babalarına çekiverirler, hepsinin içine tüküreyim”. Bu cümle hem toplumda kemikleşmiş olan ataerkil yapıya hem de kuşaktan kuşağa geçen yanlış ebeveyn davranışlarına bir göndermedir. Filmin ilerleyen bölümlerinde bu cümleyi daha iyi anlamaya başlarız. Özellikle babaların oğullarıyla olan ilişkilerindeki otoriterlik ve gene kendilerinin de bu otoriteye karşı boyun eğişlerini görürüz. Bir sahnede Yakup, az ilerisindeki dedesi ile babasına bakar. Bu sahnede babasının rolü değişmiştir. Babası, kendi babası karşısında küçük bir erkek çocuğu gibi durmaktadır. Bu sahnede Yakup, yaşadığı durumun dedesinden miras olduğuna şahit olmaktadır. Şiddetin öğrenilen bir olgu olduğu aşikar. Çocuk, şiddeti aile pratiklerinden öğrenir ve ileriki yaşlarda bunu kendi çocuklarına aktarır.


Ağırlıklı olarak Ömer'in hikayesi üzerinden akan filmde Ömer, babasının ölümünü isteyecek kadar nefret doludur. Çeşmeden damlayan su ile Ömer'in aynı karede olduğu sahneyi, içinde damlaya damlaya biriktirdiği öfke olarak yorumlayabiliriz ve buradan Freud’un Oeidipus kompleksine varan yorumlamalara da gidebiliriz. Çocuğun kendi hemcinsi olan ebeveynini bir tehdit olarak algılayışı olarak bildiğimiz Oeidipus kompleksi, Ömer’in öfkesini anlatmakta elbette tek etken değil. Bunda babasının tutumlarının da ciddi anlamda rolü var.


Köy ahalisinin babalık figürüne yüklediği anlam da sorunludur. O sebeple asık suratlı, çocuklarıyla bir ilişkisi olmayan, azarlayan ve gerekirse döven babalar görürüz. Köy ahalisinden birinin yetim çobanı dövdüğü için kendisine hesap soran köylüye “Ben de ona babalık ediverdim” diyerek kendisini köylü karşısında aklaması bu anlayışa güzel bir vurgudur. Öyle ya, babalıktan anladıkları budur. Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliriz. Yanlış ebeveyn tutumlarının toplum tarafından kabulü ve kuşaktan kuşağa aktarılması filmin başından sonuna kadar işlenmiştir.


Bir diğer nokta ise çocukların hayvanların çiftleşme ve üreme olaylarına şahit oluşlarıdır. Hayatı bir nevi doğadan öğrenirler. Bu noktada sekanslar arasına serpiştirilmiş, anlamsızmış gibi duran, çocukların doğa ile iç içe çekilmiş görüntüleri (ya da ölmüşler gibi) onların yaşadıkları olumsuzlukların bir sonucu olarak ortaya çıkan “doğaya sığınma” isteklerinin bir ifadesi olabilir diye düşünüyorum.