Yine yolda yürüdüğüm fakat herhangi bir hedef yerimin mevcut olmadığı günlerden birinde bir kediyle karşılaştım. Kedilerden nefret ederim, en hazzetmediğim hayvanlar olurlar. Ne şeytan tüyü vardır ki bu mahlukatlarda; herkes ölüp biter kendilerine. Ben bir kedi için ölüp bitmek istemezdim.

Velhasıl kediyle bakıştık, ben yol vermeye çalıştım ve o da bana aynı kibarlık tarifesini uyguladı. Teşekkür edip yoluma devam ettim, henüz birkaç adım atmıştım ki arkamdan gelen: "Rica ederim, iyi günler." seslenişi donmama yol açtı. Döndüm ve kediye, "Ben mi?" dedim önce. Sonra soruyu daha düzgün bir hale sokup, "Bana mı söyledin?" diye miyavladım, ki bu bir metafor değil, sesim gerçekten miyavlama gibi çıkmıştı ki,

”malum kedi” bile şaşırıp kaldı. En sonunda ise sorunun düzgünlüğünden ziyade yanlışlığını fark edebildim ve doğru soruyu seçtim: "Sen nasıl konuşabiliyorsun yahu?"

"Sen nasıl konuşabiliyorsan öyle."

"Ben insanım, sen değilsin."

"Ben de insanım. Tam olarak senin kadar insanım."

Hikayenin bu noktasında belirtmem gerekir ki ben o kadar zeki bir insan değilim, hiçbir zaman da olmadım. İyi niyetli, güleç, anlayışlı, düşünceli, sakin, pozitif bir insan olabilirim ama zeki değilim. Fakat ve fakat, aptalın teki de değilim. Ben bundan önce, hayatım boyunca hiç tıpatıp kediye benzeyen bir insan görmedim. Bu sebeple direkt, "Hadi canım." tepkisini yapıştırıverdim kaldırım sohbetimize. Kedi -veya insan- gözlerini benimkilere dikti, kendisine has yürüyüşünü yaptı, bir bacağımın etrafında dolaştı, sonunda iki bacağımın arasında durup, "Ciddiyim." dedi bana. "Ciddiyim, hatta senden daha fazla insanım ben.”

Pek akıllı olmayan insanlar, önlerinde gerçekleşen olağandışı gelişmeleri inatla reddetme veya görmezden gelme eğiliminde olurlar. Ben öyle birisi değilim; “diğer” ihtimalleri de düşünür ve aralarındaki en gerçekçi seçeneğe odaklanırım. Bu benim, “havada uçarken aynı anda yerde yürüyen gerçekçilik” tekniğimdir. Bulunduğum durumdaki seçenekler de benim için oldukça barizdi; ya bir rüyanın içerisindeydim ya da sonunda kafayı sıyırmıştım.

Ve tabii, belki de kedi gerçekten de bir insandı.

Rüyada olduğumu varsayarak öncelikle kendimi uyandırma refleksi göstermeye yöneldim, fakat sonrasında bulunduğum rüyanın kendi açımdan eşsizliğini göz ardı edemedim ve bir kedi-insan enigması ile sohbet etme fırsatını kaçırmak istemedim.

“Adın ne senin?” diye başladım konuşma çabama. Bir kedi-insana ne sorulur ki?

“Kedi adımı soruyorsan, tahmin edebileceğin üzere bu sorunun onlarca cevabı var. İnsan adım ise Siyah Kar.”

“Benimle dalga geçiyorsun.”

“Evet, ama sahiden de Siyah Kar diye bir ismim var. İnsan ismimi ise hatırlamıyorum.” dedi.

Hüzünle, sohbetimiz başladı başlayalı ilk defa kendisinden “oyun dışı” bir hamle sezdim.

“’Siyah Kar sana yakışıyor.”

“Ben sapsarı bir kediyim.”

“Eğer gerçekten bir insansan, Siyah Kar ismi kesinlikle sana çok yakışıyor.”

“Bu sefer de sen benimle dalga geçiyorsun.” dedi Siyah Kar, ilk defa miyavlamaya yaklaşır bir ses çıkardı konuşurken.

“Evet, Siyah Kar nedir, hayal bile edemiyorum. Zaten bence sen aslında siyahsın fakat ben onu bile anlayamıyorum. Acaba uyumadan önce sarhoş mu olmuştum? Hatta, eğer sarhoşsam; acaba rüyalarımda duyularım sarhoşluğumdan etkilenir mi? Bilinci kaybetmek bilinç dışını da kendisiyle birlikte savurup götürür mü?”

Siyah Kar kafasını hayal kırıklığıyla otuz derece açıyla sağa yatırdı, gözlerini gözlerime dikti ve var mı yok mu belli olmayan kaşını yukarı kaldırıp,

“Ah, bu bir rüya sanıyorsun sen?” dedi bana. Sesi alaycı değildi, şaşkın ve meraklıydı. İşte o esnada, ilk defa “diğer” seçeneğin gerçek olması ihtimali doğdu benim için.

“Siyah Kar, bu bir rüya.” dedim. Oldukça emin bir tonla seslendirdim bu kararsız hissiyatımın izdüşümü cümlesini.

“Dostum, bu bir rüya değil. Biz çarpıştık, ben sana yol verdim ve şu anda bu konuşmadayız. Benim işim gücüm var. Benim kendi hayatım var.” dedi Siyah Kar, hala meraklı; ama bu kez biraz sinirli.

“Senin hayatın benim bilinç dışımın izin verdiği kadarıyla var, Kar. Sen benim hayal gücümün ürünüsün. Ben yoksam sen yoksun. Senin bana verdiğin yolu ben inşa ediyorum, kendim için. Seni neden düşledim, bilmiyorum. Uyanınca üzerine düşünürüm. Belki bir evcil hayvan ile çocuk yapma fikirlerini birleştirmişimdir, ortaya sen çıkmışsındır. Belki bir süssündür, belki bir eşya. Belki bir düşüncesindir, belki de bir anı. Yaptığın işlerin, güçlerin patronu benim. Anladın mı?”

Kibir, rüyamda gördüğümü düşündüğüm bir varlığı rüyamın kölesi olduğuna ikna etmeye çalışıyor olmam, küçümseme ve, ve...

Ben bundan önce hangi rüyamda bunlardan birisini yaptım ki? Hangi rüya nesnesi benimle böyle bir diyaloğa girebildi? Ben ne zaman bir kedi-insan gördüm herhangi bir düşümde?

“Dostum, sana şu an sinirlenebilirim, ki hakkını vereyim biraz olsun başarabildin bunu, eğer ki amacınsa; fakat bu dediklerini duymazdan geleceğim. Rüya olduğunu düşünüyorsan, bir an önce uyusan iyi edersin. Bundan sonra uyumadığın her dakika, senin için benim gerçekliğimi gitgide kaçınılmaz hale getirecek. Senden bir beklentim yok, seni ikna etmeye de çalışmayacağım. Git, hayatını yaşa.”

Ters psikoloji. Bilincim belki pek berrak değil ama bilinç dışım Siyah Kar gibi bir form oluşturabilecek kadar aydınlık olsa gerek.

“Varsayalım ki dediklerinde haklısın, anlat bana.”

“Neyi anlatayım?”

“Nasıl bu hale geldiğini, Siyah Kar.”

“Ah, bilmek istemezsin.”

Esrarengiz ton, heyecan tırmandırıcı tempo.

'’Ah, bilmek isterim,” diye tekrarladım aynı yapıyı, dalgacı bir tonla, “Lanetlendin mi?”

“Lanet mi? Dostum, sendeki kibir gerçekten ayrı bir seviyedeymiş.” dedi Siyah Kar, tamamen aptal olduğumu ima eden bir tonla.

“Ne yani, hayatından memnun musun?”

Kedi vücudunu bana verseler dokuz canımı beş dakikada harcar çekip giderim. Belirtmekte fayda var, kedilerden pek hazzetmem.

“Dokuz can? Dostum, ben ölümsüzüm.”

Benim düşüncemi duymuş olabilir miydi? Rüyaysa, tabii ki. Rüya değilse?

“Şeytanla anlaşma mı yaptın Siyah Kar? Seni kandırıp sana ölümsüzlük bahşedip vücudunu bir kedinin içine mi hapsetti?”

“Dostum, ben şeytanın ta kendisiyim. Ben şeytanın kuyruğuyum; ben sallanırım ve o mutlu olur.”

Ürperti, pişmanlık, fakat cezbedici bir potansiyelle devam eden bir sohbet. Şeytan tüyü. Hayır, belki de gerçekten şeytan kuyruğu.

“Şeytanın kuyruğu bir insan, kedi vücudunda. Yol verecek kadar düşünceli, rica edecek kadar kibar...” dedim soğuk bir tonda, kelimelerin yalnız başlarına ironiyi vermelerini istedim benim rol oynamadığım bir cümle akışı ile.

“Ah, ne kibarım ne de düşünceli. Yolu sana verdim, ricayı sana ettim. Kimseyle konuşmam, dostumdan başka.” dedi Siyah Kar, sevecen ve anlayış talep eder bir şekilde. O alaycı, küçümseyen hali değişir gibiydi. Gerçekten bir kuyruk ise, kopmak üzereymiş gibi duruyordu.

“Ne yani Siyah Kar, sen benim önceden tanıdığım bir insan mıydın? Ruhunu şeytana sattın ve şimdi tanıdığın insanların rüyalarına mı giriyorsun, eski hayatınla bağlantını koparmamak için? Yoksa ben şeytanın ta kendisi miyim?”

En şeytani gülümsememi koymaya çalıştım suratıma; yine de kendimi ikna edici bulamadım.

“Ah, ah, ah, bütün kibrine rağmen bir şeyde haklıydın; bu rüya senin rüyan. Ben senin rüyana girmedim.”

“Yani bu sahiden de bir rüy-“

“Tabii buna bir rüya diyebilirsek.”

“...”

“Siacar, şeytanın çalışma prensibiyle ilgili önemli bir yanlış anlaşılma var. Şeytan ruh çalmaz, satar. Şeytan kadar ruh dolu bir varlık yoktur bu dünyada. Şeytan bir monopoli değildir, şeytan bir virüstür; bulaşır ve çoğalır. Sana da sattı, oldukça ucuza. Sen de artık bu dünyada gezen birçok şeytandan birisin.”

Sesi artık tamamen değişmişti. Bütün bu “gerçekleri” bana acıyan bir dille aktarıyordu sanki.

Tabii ki de inanmadım bu söylenenlere, ama bir o kadar da emindim doğru olduklarına. Bir bağlantı kurabilsem...

“Nasıl oldu da gerçekleşti bu? Ne zaman böyle birisine dönüştüm ben?”

“Mutsuzdun, mutlu olmak istemedin; yolsuzdun, yol bulmak istemedin, bir türlü bir yere dalamadın, sadece dalga geçtin, şeytan sana ruhunu sattı; artık içinde sana dair var olan bir şey de kalmadı. Ah, hayır, kötülük falan yaptığın yok dünyaya. Şeytan böyle işlemez, şeytan bir virüstür evet, ama birisinden diğerine yayılan cinsten değildir; gider birisine yapışır; ve onun kafasına sıkar, ve devam eder.

Sen de ölmek üzeresin. Son çare olarak beni yarattın. Şeytanı bana yüklemeye çalıştın kendini kurtarabilmek için; fakat unutma, şeytanın ruhu seninkinden katbekat doludur, senin onun üzerinde hükmün yoktur. Yine de o kadar da üzülme, direncin biraz da olsa işe yaradı, belki bir şeytan olarak öleceksin; fakat benim içimde yaşayabileceksin. Siacar öldüğünde Siyah Kar tamamen doğacak.”

Evet, dönüşüm tamamlanmıştı, Siyah Kar baştaki gibi gözükmüyordu. İçindeki insanı görebiliyordum. Belki de gördüğüm şey sadece bir aynaydı.

Cevap verebileceğim bir halim de yoktu, bütün bunlara odaklanabilecek bir aklım da; Siyah Kar konuştuğunda dahi içimdeki güçlenmeyi hissedebilir haldeydim. Bir güç, beni boşluğa çeken, beni kör eden ve yavaş yavaş bayıltan bir güç. Ruhum güçleniyordu, ben ölürken. Ağlıyordum, gözyaşlarım duman çıkararak akıyordu kaynayan suratıma. Ölüyordum, fakat belki de uzun zaman sonra ilk defa gerçekten de mutluluğa kavuşmuştum; çünkü Siyah Kar yaşayacaktı. Belki benim yollarım bir yerlere ulaşmadı, umuyordum ki Siyah Kar doğru yollara hevesle koşacaktı. Gözlerimi kapadım, kar bu sefer beyaz yağdı.