Ayhan evinde yine sıkıcı, daraltıcı bir günü geride bırakmak üzereydi. Her şeyden sıkılmıştı. Evden, duvardan, tavandan, alüminyum folyodan, tozlu ve kıllı zeminden… Zaten artık kendini bu eve ait bile hissetmiyordu. Saat yarım olmuş ama hâlâ uykusu gelmemişti. İçindeki sıkıntıyı geçici olarak sonlandırmak için yatağına uzandı ve uyumayı denedi. Derken neredeyse sıkça hissettiği o güzel ve hâlâ tarif edemediği duyguyu tekrar kalbinin üstünde sıcak bir rüzgâr gibi hissetti.

     Birden aklına bir düşünce sıçradı. Kim bilir nereden sıçradı. Kendine o çok sevdiği sert ve şekersiz kahvesini yapacak ve dışarı çıkacaktı. Temiz havanın iyi geleceğinden emindi. Aylardan Şubat olduğu için hava oldukça soğuktu. Sıkı giyindi, kahvesini hazırladı ve en sevdiği mavi porselen kupasına koydu. Normalde içmezdi ama evde bulduğu ve kaliteli olduğunu sandığı puroyu da bir çakmakla yanına aldı. Apartmandan dışarı adım atar atmaz soğuğu götünde hissetti.

     Soğuk havaya karşı beslediği ayrı bir sevgi vardı içinde. “Üşüyünce yaşadığımı hissediyorum.” derdi yeri gelince. Bu geceki ani eylemin en sevdiği yanı nereye gittiğini bilmiyor oluşuydu. Galiba kendini uzun zaman sonra gerçekten özgür hissetmişti.

Sokağa çıkınca o gece görmek isteyeceği en son kişileri gördü: annesi ve ablası. Yirmili yaşların başındaydı ve son yıllarda ailesiyle arası hiç de iyi değildi. Henüz sekizindeyken boşanmış bir ailenin küçük çocuğu olma şerefini tatmıştı. O yaştan itibaren zamanının çoğu karşı cinsle geçmişti, hem de her yaştan. Anneannesi, teyzeleri, kuzenlerinin içinde bile hemcinsi yoktu. Bu zamana dek gerçekten konuşacak kimsesi olmamıştı. Kendince geçerli sebeplerle annesi ve ablasıyla konuşmayı tercih etmezdi. Kimseye söylemezdi çünkü kimsenin onu anladığına inanmazdı. Kendi kendine konuşur, şiir yazmayı yeğlerdi. Şiirleri de sanki kendine laf anlatır, öğüt verir gibiydi.

     Elinde bir kupa kahve, gecenin bu saatinde dışarıda görünce annesi haliyle şaşırmıştı.

     -Nereye böyle gece gece, hayırdır?

     -Bilmiyorum, dedi Ayhan gülümseyerek.

     -Ne demek bilmiyorum, haydi geç eve, dedi annesi kaygılı ve meraklı bir yüz ifadesiyle.

     -Sebep?

     -Salak mısın oğlum gece gece ne yapacaksın sokakta, diye araya girdi ablası.

     -Bütün şeytanlar dışarıda, senin ne işin var sokakta, dedi annesi.

     -O zaman geç kalmışım sokağa çıkmak için, dedi Ayhan biraz gerçek biraz alaycı tavrıyla. Aldığı bakışlar garipleşince, “Hava alıp geleceğim.” diye ekledi ortamı yumuşatmak için.

     -Kahve ne alaka?

     -Canım kahve içmek istedi.

     -İyi peki madem, çok gecikme, dedi annesi ve evin yolunu tuttu. Zaten misafirlikten dönerken uzun bir araba yolculuğu yaptığı için yorgundu. Daha fazla tartışmak istemedi.

     Annesinin bu tavrı ve konuşması canını sıkmıştı. Şimdi bütün keyfi kaçmıştı. Sanki gözünün önüne bir kötülük filtresi takılmıştı ve gördüğü tüm güzellikler kaybolmuştu. Geceye, soğuğa, rüzgâra, aya, ağaca, kuru yaprağa, insana olan bütün sevgisi hislerinin en geri planına atılmış –ki hepsini ayrı ayrı çok severdi- etrafa büyük bir kaygıyla bakmaya başlamıştı. Yanından geçen arabaya sanki bir an durup, onu dövüp soyacaklarmış gibi, karşı kaldırımdan yürüyen adama sanki katilmiş gibi bakar oldu. Kafasında bunları kurduğunun farkındaydı ama olma olasılığını da bildiği için düşünceleri tenis maçı izleyen insanların bakışlarının yönü gibi hızla değişiyordu. Kahve içini ısıtmıştı ancak bu kaygılı düşünceler onun üşümesine ve titremesine neden oluyordu. Bu yüzden evinden yalnızca iki sokak uzağa gidebildi.

     Yine evine çok uzak olmayan, deniz manzaralı kaldırıma gitmek geldi aklına. Barbaros Hayrettin Paşa, Piri Reis ya da Çaka Bey kadar olmasa da denizi çok severdi. Denizi sevdiği kadar ağaçları, bulutları ve hayvanları da severdi. “Keşke bir kupa kahvem daha olsaydı.” diye geçirdi aklından. Bütün gün konuştuğu şey sadece kendi içindeki başka bir kendiydi.

      Tam önü çok dik bir yokuş ve o yokuşta yaşama tutunan bir sürü ağaç vardı. Bulutlar o gece ayın önünü kapatmıştı, o yüzden denizin varlığını gösteren yalnızca karşı kıyıda yanan ışıkların huzmesiydi. Ayaklarının ucunda sıra dışı biçimde büyümüş çam ağacı vardı. Ağaç sanki denize saygısından eğilmişti. Oldukça büyüktü ve yokuş aşağıya doğru dallarını uzatmış, gövdesi düzdü. Ayhan daha önce ağaçları temasen sevmişti hatta öpmüştü bile. Ağaçların göründükleri kadar basit canlılar olduğunu düşünmüyordu. Hayatında ilk defa kendini ağaçla konuşurken buldu. Kendi yaptığına hayret ederek çam ağacı ile konuşmaya başladı.

      “Merhaba. Neden burada olduğumu tam olarak bilmiyorum. Aslında burada olmamın pek çok nedeni var. Az önce biraz korkmuş olabilirim. Hem buranın manzarası güzel. Çocukken çok geçtim buradan. İyi bilirim bu manzaranın bin bir türlü hâlini. Geçen gün yine bu yolda yürürken seni gördüm. Açıkçası dikkatimi çektin çünkü farklısın. Farklı olman hoşuma gitti. Şurada bir sürü ağaç var ve hepsinden farklısın. Hatta gördüğüm çoğu ağaçtan. Şu yokuşa rağmen büyüyebilmişsin. Zorluklara rağmen yaşamayı seçmişsin.

     Senin hayatın benimkinden daha güzel olabilir biliyor musun? Senin de benim de elimizde olmayan davranışlara, laflara, bakışlara, sen susuzluğa ben açlığa, sen sarhoşun çişine ben cahilin sözüne, yağmura, çamura maruz kalmış olabiliriz ama en azından sen özgürsün. Ben kendimi yaşadığım yere ait hissetmiyorum. Burayı çok seviyorum. Denizi, bulutları, ağaçları, buranın çocuklarını ayrı bir seviyorum fakat barınacak yerim, yiyecek yemeğim, içecek suyum, bazen gezecek param olmasına rağmen ben özgür değilim. Aslında hiçbiri benim değil. Şu güzel manzarayı bile benim hissedemiyorum artık. Başkaları için güzelleşiyormuş gibi geliyor. Hak eden başkaları…”

     Ayhan, nadiren sokaktan geçen insanların onu duyamayacaklarından emin olana kadar uzaklaşmalarını beklerken kısa susmalar, o sırada kafasını kaldırıp gökte her zaman yan yana duran üç yıldıza uzun bakmalar yaşıyordu. On metre gerisinde eski bir bina vardı. Binanın ve sokağın bekçisi ise yaşlı bir sokak köpeğiydi. Köpek birden aslan kükremesi gibi sert ve kalın bir tonda havlamaya başladı. Ayhan yaklaşık bir saattir oradaydı ve gecenin o vaktinde köpeğin havlaması dikkatini çekmişti. Köpeğin havladığı esnada önünden birkaç kişi geçiyordu ve Ayhan onlara havladığını düşündü. İnsanlar geçtikten ve köpek sustuktan sonra ağaçla olan konuşmasına geri döndü.

      “Ben Ayhan bu arada… Ne kadar kabayım değil mi? O kadar konuştum adımı bile söylemedim. Tabi senin adın da önemli... Senin adın… Adın ‘Eğik Çam’ olsun. Bu gece çok yaratıcı değilim kusura bakma. Ama sevdim. Akılda kalıcı. Eğik Çam.

     Ben de bir ağaç olmak isterdim biliyor musun? İnsanların bin bir çeşit bakışına maruz kaldıktan sonra umursamamak, bir o kadar laflarına maruz kalmamak. Mesela kimse sana gelip umursamadığı halde halini hatırını sormuyordur. İşini, okulunu sorup, yaşının geçtiğini söyleyip evlenmen için ısrar etmiyorlardır. Gerekliliklerin yok bir kere. Kimse seni çam ağacısın diye yargılamaz. Ama ben sakalını düzeltmezsem teröriste benzetiliyorum.

     Senin gibi olmak isterdim. Bizde özel gün diye bir şey var. Özel günlerde bir şey yapmak zorundaymışız. Yapmadıklarımızın bazıları alınıyor biliyor musun? Sizde var mı özel gün? Mesela yılda bir, o güne özel daha fazla oksijen üretiyor musunuz? Siz sadece yaşıyorsunuz. Keşke biz de sadece yaşasaydık. Ya da ne bileyim, herkes kendi hayatını yaşasaydı. Biliyor musun, çoğumuz sadece nefes alıp veriyoruz.”

     O esnada köpek tekrar havlamaya başladı ama bu sefer daha bir gür, daha bir sert. Ayhan etrafına baktı. İnsan yoktu görünürde. Köpeklerin hisli hayvanlar olduğunu biliyordu. Köpeğin boş yere havlamadığını düşündü. Etrafına bakarken sağından başka bir köpeğin yaklaştığını gördü. Köpeklerden korkmazdı. Doğanın lafını bölmesini merakla ve tebessümle izliyordu. Yabancı köpek ağır adımlarla ilerleyip sokaktan geçmek istiyordu. Sokağın müdavimi köpek ise havlamalarıyla diğerinin gelip geçmesini engelliyordu. Diğer köpek çekingen adımlarla yaklaştı ve Ayhan’a çok da uzak olmayan bir ağaca işedi. Yani “Burası benim.” demek istedi fakat çok uzun sürmedi. Müdavim köpek kızgın ve hızlı adımlarla havlamalarına devam etti. Diğerine yaklaşmasıyla kovması bir oldu. En son da işenilen yere kendisi işeyip iktidarını sürdürdü.

     Ayhan ilk defa böyle bir olaya şahit oluyordu ve hoşuna gitmişti. Doğada işlerin nasıl yürüdüğüne dair küçük bir örnekti bu. Müdavim köpek yerine geçip güzel bir uyku çekme düşüncesindeydi. Yani en azından Ayhan böyle düşünüyordu.

     Köpeğin gecenin o vaktinde bu kadar ses çıkarmasına sinirlenen komşusu eline silahı alıp balkonuna çıkmıştı. Ağzından sürüyle çıkan küfürlerine tabancasından çıkan beş el mermi eşlik etti. Köpeği sonsuza kadar susturmuştu.

     Ayhan köpeğin yanına gidene kadar kaçınılmaz son gerçekleşmişti. İlk defa eline köpek kanı bulaştı. Hatta ilk defa eline başka bir canlının kanı bulaştı. Buz gibi havadan daha soğuktu bedeni. Hem kendininki, hem kollarında yatan köpeğinki…

     Bunları doktoruna anlatırken şu cümleleri kurmuştu: “Kanlar her yerime bulaşmıştı ama kanamıyordum. Kanıyor gibi canım yanıyordu. O günden sonra her gün kanadım. O gün hariç her gün kanadım. Kanayarak yaşadım.”