Bir bıçak ustası olmayı dilerdim. Şöyle 6-7 yaşlarında verselerdi beni bir ustanın yanına, bilemeyi öğretirdi herhalde ilk başta. Sonra da incelikle çok keskin bıçaklar yapmayı. Nasıldı, bir söz vardı. 20'lerimizde kalbimize sapladığımız bir bıçakla mı ölüyorduk? İşte! Ben ise 20'li yaşlarımda el emeği göz nuruyla yaptığım bir bıçakla ölürdüm. Fakat kalbe öylece bir saplama söz konusu değil. Seneler boyu, derimi ince ince soyarak ölürdüm ben. En başta da sol kolumdan başlardım bu kıyıma. Çünkü ben ne zaman suçun gölgesine denk düşsem orası ağrır. Artık ağrıyı bırakır, acının ferahlığına ulaşırdım. Bütün vücudumu tek bir deri zerresi kalmayana dek kıyardım. Çok kan akardı elbet. Yürüdüğüm yollara, oturduğum banklara damlardı. O damlalar da benim yok oluşumun izleri olurlardı. Olurlardı da görülmezlerdi. Hayır hayır, insanlar göremez değil! Ben gösteremezdim. Bu hayatta hiçbir şeye yetişemediğim gibi kendi ölümüme de yetişemezdim. Yetişebilsem belki de yüzümdeki gülümsemenin sebebinin acı olduğunu anlatabilirdim insanlara. "Bir acı neden gülümsemeye sebebiyet verir ki?" sorusunu da yanıtlayabilirdim üstelik; hakkedilmiş bir acı çünkü! Varoluşumun kapısını araladığı, geç kalışlarımın verdiği o hak.


Derim değilse de lime lime olan, ruhumun çok keskin bir bıçak yardımıyla kan damlaları saçtığını söyleyebilirim oraya buraya.


20Eylül'23