Göğsümde tavlanmamış bir bıçak var. Her sarıldıklarında dokunmasalar aslında, neşeli insanım. Meşeden bir kalkan kaburgam, bir kök zencefil kalp kapakçığım. Kanımla akan mantar kolonisi ne zaman bir atardamara denk gelse daha baharatlı iç kanamalarla, iki mememin arasındaki karınca yuvalarıyla yığılıyorum tenine. Beni ısırmadı diye dile geliyor elma, yavru bir haşerenin cennetten kovulduğunu gördüğünde.


Göğsümde kendini tavlayamamış bıçak var. Ne zaman yeri değişse parçalanır ve bir parçası ormana saklanır. Birine zarar vermek istemediği için insanlardan uzak duran vaşak gibi korkaklıkla suçlanıyorum. Ama ki suçluyum da. Suç benim memleketim, suç ateşe uzanmak değil yanmak eylemi. Yani yepyeni bir put kadar suçlu İbrahim.

Amadır ki korkmadığım şeyler de var. 

Ayakkabımın altındaki oyuğa denk geldiği için hayatta kalabilen karınca örneğin.

Örneğin mezarlıklar. Çünkü hiçbir ölü karınca dua etmez bilirim. Ya da şükür namazı kılmaz diğeri, hayatta kaldığı için. Bazen çekirdek yedi ve kanatlandı sandığım karıncadır din ve çocukluk. Sığ sular altındaki soğuk lahitten de korkmam mesela. Annemin adıyla taşa fısıldayan imamdan da.

Ne ay çekince kanımı damarlarımdaki mantarlar çoğalır. Ne de çağrıldığımda dizlerimi meşeye vurarak eve koşarım.


Göğsümde sıcak görmedi diye tavlanmadığı iddia edilen bir bıçak var.

Sanığa soruldu:

-Anlat bakalım kendini nasıl öldürdün?

-Çürümüştüm. Dalı tutacak gücüm tükendiğinde bıraktım boşluğa, yeni bir tohum büyüsün diye. Göğsümdeki bıçağın kesiğe evrildiğini gördüğümde irkildim. Hem boşluk da bedelini kendince ödemiş bir şiir değil midir?

Göğsümde kav mantarlarının yangınıyla dahi tavlanmamış bir bıçak var.

Kırıldığı için gölgemi ikiye ayıran şarapnel,

Memleketimi dörde bölen duvarlara yasaklı bir dilde dualar yazar.