Bir araya gelişlerimizde içimizden fırlayıp çıkmak için sabırsızlanan sözlerimiz vardı eskiden. Herkes okunacak canlı bir kitap gibiydi. Merakla beklerdik birbirimizi okumayı. Anlatılacak çok şey vardı ve hepsi de yeniydi. Her buluşmada kitaba yeni bölümler eklenirdi.
İnişli çıkışlı, zikzaklı, bazen sakin, bazen sarsıntılı birçok şey yaşar; ilk fırsatta bunları arkadaşlarımızla paylaşırdık. Çıkmazlarımıza çıkışlar açılırdı, açmazlarımızdan yeni bakış açılarıyla kurtulurduk. İkilemler, kaygılar, kararsızlıklar bazen çözümlenir, bazen de yoğunluğu seyrelir, çözülebilecek kıvama gelirdi. Rahatlardık, yalnız olmadığımızı anlardık. Aynı/benzer şeyler yaşayan başkalarının da olduğunu bilmek iyi gelirdi. Anlamak ve anlaşılmak paha biçilemeyecek hazineler gibiydi.
Anlaşıldığımızı karşımızdakinin vücut dilinden tutun, sözcüklerinin titreşimine kadar her aşamada doğrulamak içimizi ısıtırdı. İç sesimiz yankısını bulurdu hep. Bizi anlayan gözlere bakarak içimizi dökmek, dertleşmek çok değerliydi. Kadim sırları açık etmek yükümüzü hafifletirdi. Ağırlıklarını alırdık birbirimizin. Anlatırken de dinlerken de kendimizi daha çok keşfederdik. Bir şey çıkardı her konuşmadan, herkesin hissesine bir şey.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık birlikteyken. Zaman yetmezdi, doyamazdık. Söyleyeceklerimiz bitmezdi. Bir sonraki buluşmayı iple çekerdik.
Ölüm uzaktı, öyle hissederdik. Çevremizde güçlü ve sağlıklı büyüklerimiz vardı. Hepsi de hayatlarının ortalarındaydı ve bu yüzden dengeleri tamdı. Bizim tüm dengesizliklerimizi soğururlardı. Böylece uzun süreli istikrarsızlıklardan korunur, zeminsiz kalmaz, savrulup dağılmazdık.
Gelecek de uzaktı. Yetişkinlerle nöbet değişimine daha çok vardı. Geçmiş yakındı, yükü henüz artmamıştı. Kendi güncelimiz hayatımızın ağırlık merkeziydi. Gelecekteki her buluşmamızda da her şeyimizi aynı heyecanla anlatıp aynı merakla dinleyeceğimizi, birbirimizi anlamak ve duygularımızı karşımızdakine geçirmek gibi değerli bir şeyi asla kaybetmeyeceğimizi düşünürdük.
Bildiğimiz, tanıdığımız bir dünya vardı. Alışkın olduğumuz, genel olarak öngörülebilir, değişkenleri kontrol edilebilir bir dünya. Paydaşlığımızın çok geniş olduğu, iç dünyamızı birbirimize sunmak için delisi olduğumuz bir dünya. Hüzünde bile bir coşkusu, diriliği olan. An dışında bir zamanın olmadığı dünyamız…
Bugün. Bildiğim dünyanın sonunu yaşıyorum. Endemik bir türüm ben ve yerimden yurdumdan edilmemin zamanı çok yakın. Epeydir yalnız yaşadığım bir coğrafyada anılarla beslenip direndim tüm doğal olmayan değişimlere. Göz göre göre gelen bir iklim krizine karşı(n) duruşumu hiç bozmadım. Direnerek ve direterek durduğum o yerden bakıyorum eskide kalanlara, eskitilenlere, eksiltilenlere.
Bir zamanlar aynı/benzer düşmanlara karşı savaşan askerler gibiydik oysa. Birbirimizi iyi tanıyor ve anlıyorduk. Sonra herkes başka cephelere dağıldı, uzak kaldık, uzaklaştık. Farklı düşmanlarla, farklı coğrafya ve koşullarda, farklı silahlarla, farklı taktik ve stratejilerle savaşıp farklılaşmış askerler gibiyiz bugün. Bir araya geliyoruz ama sözlerimiz yankılanmıyor karşı tarafta. Konuşmalar arasında kısa suskunluklar varken eskiden, şimdi suskunluklar arasında kısa konuşmalar…
Herkes kendi savaşımının sözcüklerini kuşanmış. Teçhizatımız ortak değil artık; önceliklerimiz, sonralıklarımız, hedeflerimiz, stratejilerimiz ortak değil. İkmal yollarımız kesişmiyor çoğunlukla. Sözcük dağarcığımızı besleyenler değişmiş. Sözlerimizin ağırlığını hisseden sadece kendimiziz.
Konuşuyoruz yine de. Kısa ve öz. Karşımızdakinin bizi hakkıyla dinlemediği, dinleyemeyeceği kuruntusuyla konuşuyoruz. Kuruntunun gerçeğe dönüşmesine tanık oluyor, kalabalıkça yalnızlaşıyoruz. Yabancı geliyor en yakın bildiklerimiz. Yabancılıyoruz.
Eski zamanlardaki gibi coşkulu anlatmalar, cankulağıyla dinlemeler yok bu yüzden. Anlatılanlara yüksek değer biçme de yok. Bir zamanlar bir şeyi ilk kez anlatıyor olmanın verdiği o büyük haz ve heyecan da yok. Defalarca yinelenen bir görevin ağırlığı ve yavaşlığı çöküyor konuşmalara. Aynı şeyleri sözcüklerin cümledeki yerlerini değiştirerek anlatıyoruz, yeni bir şeyden söz ettiğimizi sanıyoruz. Eski motivasyonumuzun kırıntılarını tırtıklıyoruz.
Kestirmeden götürüyoruz insanları. Uzun ve dolambaçlı yolları merakla ve keyifle izleyecek güç yok kimsede, istek de yok, vakit de. Yeni yabancılar var herkesin çevresinde. Bize yabancı, kendilerine yeni. Onlara ayrılacak zamanlardan (ç)alabildiklerimizi kullanıyoruz. O da istediğimiz verimde olmuyor. Özetlere, özetin özetlerine, ezberlere yöneliyoruz. Ayrıntıyı alamayacak kadar dolu içlerimiz. “Bellek doluyor. Yer açın!” uyarısı alıyoruz sürekli. Açamıyoruz. Üst üste kaydediyoruz her şeyi. Aradığımızı bulamıyoruz bazen, kayboluyoruz.
Kitap gibiyiz yine. Yıllar gelip geçmiş, yeni bölümler eklenmiş ama karşımızdakinin bunları okumaya istekli olduğundan kuşkuluyuz artık. Ona hitap edecek şeyler olduğunu düşünmüyoruz. Eski ilgi ve merakın kalmadığını biliyor olsak da asgari bir ilginin bile olup olmadığından emin değiliz. Yeni bölümlerimizin başlıklarını, ilk ve son cümlelerini gösterip kapatıyoruz kitabımızı. Kimsenin birbirine ayıracak fazla zamanı yok. Herkesin aklı başka yerlerde. Telefonlara gelen mesajlar bir yerlere çağırıyor herkesi. Görev ve sorumluluklar hatırlanıyor, görüşmeler kısa tutuluyor. Eskisi gibi geniş zamanlar yok, kısa anlar var yalnızca.
Sıkıntılarımız da ne çok değişmiş. Eskiden ne çok ortak sıkıntımız vardı. Birlikten güç doğardı, birlikte çözüm bulurduk tüm sorunlara. Birbirimizi teskin etmenin avantajına sahiptik. Tanımlanmış, tedavisi bilinen hastalıklar gibiydi dertlerimiz. Oysa şimdi bilmediğimiz, anlayamayacağımız, karşımızdakine yardımcı olamayacağımız dertler dinliyoruz. Onların gündemi olamayacak sıkıntılar anlatıyoruz. Önerebileceğimiz tüm ilaçların ya kullanım süresi dolmuş ya da üretimi sonlandırılmış. “Evet, yani, eh, aynen, doğrudur, zor tabii…” sözcükleriyle yanıtlıyoruz birbirimizi. Derinliklerimizden güçlükle çıkarttığımız yoğunluklarımız karşımızdakine aktarılırken elek üstüne elekten geçirilmişçesine incelip seyreliyor. Bir fırtınadan artakalan hafif bir esinti ulaşıyor karşıya. Eskimiş heveslerimiz kırılıp dökülüyor.
Değer ölçütlerimiz ne kadar değişmiş. Önemsediğimizin küçük bir parçasını iletebiliyoruz. Bizim için elmas değerindeki bir paylaşım karşımızdaki için sıradan bir taş parçası gibi görünüyor. Bunu bildiğimizden elmasın parlaklığı bizim gözümüzde de sönüp gidiyor. İçimizdekini yüklenip karşıya ulaştırabilecek güçte ve sağlamlıkta değil cümlelerimiz. Yabancı bir ülkede kullanımı/geçerliği olmayan bir malı ağır aksak taşır gibiyiz.
Çok güzel bir manzarayı heyecanla gösteremiyoruz kimseye. Bir korkumuzu hissettiremiyoruz. Yükselişimizi izletemiyoruz, o anda başı yerde oluyor herkesin. Çöküşümüzü bildiremiyoruz herkesin bakışı havadayken. Karşılaşamıyoruz ne çok.
Duygularımız bizde tutsak. Birikerek/biriktirerek oluşturduğumuz bir şarkıyı boş koltuklara söylüyoruz. Alkışsızız. Düşüncelerimiz taraftarsız. Bir felsefi akımın tek temsilcisiyiz. Büyük bir siyasi partiden bölünüp ayrılarak kurulmuş küçük partiler gibiyiz. Aynı bütünden çıkmışız ama birbirimizin yapay karşıtlarına dönüşmüşüz.
Artık bazı arkadaşlıklar eski ve kullanılmayan bir nesne gibi, bir yerlere kaldırılıp konmuş, unutulmuş. Başka bir şey aranırken denk geliniyor, “Bu, burada mıymış?” deniliyor, kısacık göz atılıyor, sonra olduğu yere bırakılıp yine unutuluyor bir dahaki rastlantıya kadar.
Bazı arkadaşlıklar uzatılıp sündürüldüğü için yavanlaşan dizi senaryoları gibi. Zaman geçse de kayda değer bir şey gerçekleşmiyor. Birkaç bölüm izlemesen de kaçırdığın bir şey olmuyor. Aynılığın yeni yorumlarıyla sürüp gidiyor öylesine.
Bazı arkadaşlıklar çok uzun süredir evli olan yaşlı çiftlerin ilişkileri gibi. Karanlıkta kalan bir şey yok. Hikayeler bitmiş. Birçok olayda ve durumda bakışarak anlaşmak rutin haline gelmiş. “İnsanımız günde 100 sözcükle konuşuyor.” diye ortaya atılan garip iddiadaki insanlara dönüşülmüş.
Bazılarıysa çok uzun süredir sergilenen bir tiyatronun oyuncuları gibi. Herkesin yapacakları, söyleyecekleri belli. İlk zamanlardaki heyecan ve canlılık yok. Tekrarlar üzerine yaslanılmış. Sürprizlere kapalı, aksiliklere açık. Repliklerin dışında ara sıra küçük bir doğaçlama giriyor araya yenilik adına.
Dengemizi sağlayabilecek büyüklerimiz de her şeyin emeklisi olarak duruyorlar hayatın kenarında. Gözetenken gözetilen olmuşlar. Yolculuk türküsü besteliyorlar fısıl fısıl. Tek gidişlik biletlerini almışlar, tarih hanesini boş bırakmışlar. Bazılarıysa çoktan çekip gitmiş.
Bildiğim dünyanın sonundayım. Tanıdığım hiç kimse, alışkın olduğum hiçbir şey eskisi gibi değil. Diğerlerinden farklı olarak kendime yeni (ve küçük) bir dünya açmadım. Eski büyük dünyamın yasını tuttum ve bitirdim.
Bir kitaptım, okundum ve bitirildim. Zorunlu yeni bölümler yazmadım diğerleri gibi. Geri döndüm, altını çizdiğim satırları okudum. Onlar gerçek hayattı çünkü. Şimdiyse kitapların sonuna eklenen o boş sayfalardayım. Kıyameti bekliyorum, gerçeğinin yerine kötü bir ikamesi olarak yerleştirilmiş yapay bir dünyanın gölgesinde karanlıklaşarak.
Bakışsız Geyik
2021-09-12T13:32:13+03:00"Kestirmeden götürüyoruz insanları." Gerçekten de böyle artık. Fakat söyleyecek sözümüz, okunacak yanlarımız çok. Olmalı. İlgiyle okudum, kaleminize sağlık.