Uzun zamandır eve dönüş yolu bugün olduğu kadar uzun gelmemişti. Kırk dakikada bir saati kontrol ettiğim, ofise sığamadığım bir günün ardından nihayet günü bitirdim ve İnci’ye, evime, kırmızı kapaklı defterime dönüyorum. Adımın Hazel olduğu yere… Yol boyunca uzun uzadıya Zülal’in anlattıklarını düşünüyorum. Narin’in başına gelenleri, distopik roman ve filmlere konu olabilecek hikayesini ve bu distopyanın bizim için gerçeğin ta kendisi oluşunu. Öyle ki İnci’yi dünyaya getiremediğime bir an için seviniyorum. Bu sevinç, kısa bir süre sonra yerini utanca bırakacak. Yine de onu bulutlarından, gökyüzünden, envai çeşit çiçeklerinden, yeşilinden, mavisinden, kırmızısından ve beyazından mahrum bırakan dünyanın aslında bir yandan da İnci’yi kendinden kurtardığına inanıyorum. Kızımı reddetmiş bu dünyayı affediyorum.


Peki hikaye ya Zülal’in anlattığı gibi değilse? Ya Narin, ailesinin anlattığı gibi ruhundan da hafif bedenini dördüncü kattan bilinmeyene öylece bırakıverdiyse? Yusuf, her şeyden önce kendi kalbinin, ardından Narin’in arkasında dursaydı, tüm bunlar yaşanmayacaktı diyebiliyorsak… Bilmiyorum. Sanırım dünyayı affetmemi sağlayacak bu hikayeye tam da Zülal’in anlattığı yerden inanmayı istiyorum içten içe. Genç ve yapayalnız bir kadının, aşık olup seviştiği için ailesi tarafından ölüm fermanının imzalandığı bu hikaye, İnci için derin bir oh çekmemi sağlıyor. Alçaklık bu. Neyse ki bir süredir ne olduğum ve ne olmadığımı etrafımdakiler kadar umursamıyorum. Alçaklığı ve kibri, yaşadığım trajediyi bahane ederek kendime hak görüyorum, bir başka alçaklık daha. İnsanın hamuru falan yok; insan, kibir denen heykelin kendini yontarak oluşturduğu bir silüet yalnızca. Ben de tam olarak bu kibirle dünyayı affediyorum kabul ettiğim Narin dosyasıyla birlikte ve benim yarım hikayem, Narin’in yarım hikayesiyle bir bütün oluyor.


Yusuf’la koroda tanışıyor Narin. Kısa bir süre içinde de aşık oluyor. Gizli bir aşk bu, tek şahidi Zülal. Öyle güzeldi ki sesi, diye bahsediyor ondan Zülal, yorgunluktan uyuyamadığınız bir gecede sadece birkaç dakika Narin’i dinleyerek tüm vücudunuzu dinlendirebilirdiniz. Birlikte çalıp birlikte söylerlerdi, Narin hiçbirini kaçırmazdı, hepsini kaydederdi. Ertesi gün heyecanla bana dinletirdi. “Bak Zülal, dinle, Yusuf’la dün akşam senin en sevdiğin şarkıyı söyledik!” Sevdiği her şeyi birbirine karıştırmayı severdi Narin, Yusuf’la söylediği bir şarkıda beni bulmayı, benimle gittiği bir yerde Yusuf’a göz kırpmayı. Bir keresinde bana “Bazen diyorum ki Zülal, keşke ahtapot olsam, tüm sevdiklerimi aynı anda kucaklasam!” demişti, elbette bunu söylerken sarhoştu. Zaten hemen sarhoş olurdu. Sarhoş olduğu zamanlarda en çok babasından ve Yusuf’tan bahsederdi. Bir de biricik annesiyle ortak kaderinden kaçıp onu kendi talihiyle yapayalnız bıraktığı için duyduğu azaptan…


Zülal tüm bunları anlatmadan önce, cüzdanında sakladığı Narin’e ait vesikalığı çıkardı. Narin’i ilk gördüğümde aklıma önce İnci, ki kendisinin pek aklımdan çıkmak gibi bir huyu yoktur, ardından Mahir geldi. Narin ve Yusuf’un hikayesi bizim hikayemize benziyordu. Yalnızca ben Narin’e göre daha şanslıydım, başka bir ailede doğmuştum. Ancak Yusuf da Mahir de bizim hapsolduğumuz kuyuların farkındaydı. Önce aşağıya bir halat sarkıtmışlar, ardından tam çıkıyoruz derken halatı bırakıp arkalarına bile bakmadan kaçmışlardı. Ben bu kuyuyu kabullenip yaşamanın bir yolunu bulmuştum ancak Narin bulamamıştı, kuyunun duvarlarına tırmanıp ardından en dibine atlamıştı. Artık Mahir’le karşılaşamayacağımı çok iyi bildiğimden olsa gerek, Yusuf’la mahkemede karşılaşacağım günü sabırsızlıkla bekliyordum. Acaba nasıl biriydi, neye benziyordu? Mahir gibi uzun boylu muydu? Esmer miydi, kumral mı? Dik mi duruyordu, kambur mu? Gözleri Mahir gibi çocuksu mu bakıyordu, yoksa yetişkinlere özgü bir sinsilikle mi doluydu bakışları? Narin’i onu kurtaracağına nasıl inandırmıştı, ölesiye merak ediyordum. Bu merak Zülal’le yaptığımız görüşmede o kadar hakimdi ki söylediği birçok şeyi istemeden de olsa kaçırmıştım.


Uzun bir gün ve eve dönüş yolculuğunun ardından, nihayet Bilge değil Hazel olduğum yerdeydim. Karnımı doyurup Zülal’in anlattıklarını toparladıktan sonra İnci’yle konuşmak istedim. Narin’in hikayesi dünyada Mahir diye biri hiç var olmamış ve bütün hayatımı hiç değiştirmemiş olsaydı bile beni yerden yere vuracak bir hikayeydi, ancak yıllar öncesine dayansa dahi Mahir’in varlığıyla, Narin’in hikayesi beni geçmişe götürmeyi başarabilmişti. Böyle zamanlarda bana iyi gelen tek şey İnci’nin mahzenine kaçmaktı. Defteri açtım, yazmadan önce her zaman yaptığım gibi rahmime düştüğünü öğrendiğim ilk gün ne yazdığıma baktım. “Ne olursa olsun seni seveceğim ve bana ulaşabileceğin bir yerde olacağım, düşerken tutmamı istemezsen bunu anlayacağım ve gözyaşlarıma engel olamasam da gerekirse gözlerimi kapatacağım, ama düşme sesini duyar duymaz koşup seni kaldıracağım. Sen benim kızımsın, hayalini başkasıyla kurmuş olsam da şimdi buradasın ve en tutkulu gerçeğimsin. Bunu hiçbir zaman unutmayacağım ve sana da hep hatırlatacağım, İnci’m.”

İnci her zaman aklımda, Mahirse arada bir geliyor derken kendimi kandırıyordum. İkisi birbirinden bağımsız olamazdı, İnci’yle tanıştığım ilk günden bile belliydi bu, o gün bile Mahir’i anmıştım. Üstelik çok mutlu olduğumuz konusunda kendimi çok iyi kandırdığım bir evlilik içindeydim Mahir’i anarken. İnci’ye yazarken onu anmaktan hiç çekinmemiştim, çünkü eski kocamın hiçbir zaman ne hissettiğimi merak etmeyeceğinden ve bu defteri okumayacağından emindim. Mahir’in adını geçirmemiş olsam dahi burada bahsedilenin kim olduğunu anlayacak kadar iyi tanıyordu Mahir’i. Önemli değildi, artık önemli olan tek bir şey vardı. O da İnci’ydi. Ne yazık ki ben o biriciği koruyamamış, onu da kaybetmiştim.


Birkaç gün sonra Zülal’le tekrar görüştüm, nasıl bir yol izlememiz gerektiğiyle ilgili kendisini bilgilendirdim. İyi hissetmeyecekse davayla ilgili onu adım adım bilgilendirebileceğimi söyledim ancak hiçbir anını kaçırmak istemiyor, arkadaşının ruhu için yapabileceği son şeyin bu olduğunu söylüyordu. Bunu söyler söylemez içimde müthiş bir karamsarlık belirdi. Zülal’in gözleri bir daha eskisi gibi bakmayacaktı, içine girdikçe ve aileyle, Yusuf’la yüzleştikçe daha çok hırpalanacaktı, artık sadece gencecik arkadaşının ölümüyle değil yaşarken ne kadar yalnız olduğuyla da yüzleşecekti. Kendini de suçlayacaktı. Bunları ona yolun başından söyleyemezdim, çünkü söylersem korkaklık ettiğini düşünmeyeyim diye inatla davaya sarılacaktı. Söylemezsem en azından zaman içerisinde görüp kendiliğinden çekilebilirdi. Bense her halükarda tüm bunların tam ortasına zincirlenmiştim ve kaçma şansım yoktu. Tabii henüz bunun farkında değildim ama yakın bir zamanda aileyi temsil eden avukatın Mahir olduğunu öğrendiğimde hissedeceğim şey tam olarak pranga olacaktı. Kendime sürekli bunu kişiselleştirmemem gerektiğini hatırlatıyordum, mümkün olmadığını bile bile. Gerçekten o muydu? Mahir… Bir an için ismini duymak istemiş, telaffuz etmiştim. Yıllardır bu isim sadece zihnimle buluşuyordu; dudaklarımla, sesimle veya kulağımla değil. Zülal de duymuş olacak ki, “Bir şey mi dediniz Bilge Hanım? Narin’in ailesinin avukatını tanıyor musunuz yoksa?” diye sordu. Mahir’i tanıyor muydum? Onu senelerdir görmemiştim. Bir zamanlar tanımışsam bile artık tanıdığım Mahir olmadığından emindim. Saçları hala simsiyah ve gür müydü, yoksa yıllar onu da eskitmiş miydi? Mutlu muydu, evlenmiş miydi, çocuğu bile vardı belki, hatta belki birden fazla... Birkaç dakika için uzaklara dalmıştım. Müsaade isteyip elimi yüzümü yıkadım, su içtim. Daha iyi hissediyordum.


Onu en son Berlin’de görmüştüm. Öğrenciliğim henüz bitmiş, gönüllülük işi için bir iki aylığına gitmiştim. Benedict’de kahvaltı yaparken karşılaşmıştık. Tek başına değildi, her zamanki Mahir’di, kaldı ki yalnız olsaydı bile oturup konuşacak halde değildik. Öyle uzaktık ki, ne hissettiğini anlamak için onun gezdiği sokaklarda geziyor, dinlediği şarkıları dinliyordum. Şarkılarıyla konuşuyordum. “Yıllar sonra, yüzün bir fotoğrafta. Gözlerin eskisi gibi bakıyor bana. Kalbimi bıraktığım bu evden gidiyorum.” Mahir’in kalbindeki tek melodi için dinlediği şarkıları dinleyip Mahir’i düşünüyordum. Gerçekten içler acısı bir durumdaydım, ama aldırmıyorum. Ben küçücüktüm, o ise devler kadar güçlü, görkemli ve büyük. Nihayetinde insan bazen bir dosta, sevgiliye ya da eşe değil, yetenekli bir illüzyoniste rastlayabiliyor. İnsan bu, başına her şey geliyor.


Artık Narin’in hikayesini daha iyi anlamalıydım. Bunu işim için değil, kendim için yapmam gerektiğini biliyordum. Yıllardır kaçtığım, İnci’ye sığınıp saklandığım her şey Narin’in hikayesiyle görünür oluvermişti. “Biz buradayız, hiçbir yere gitmedik, bizi geniş bir sandığa kapatıp yerin yedi kat dibine gömmüş olsan da bak bugün karşında, Mahir gibi dimdik duruyoruz.” diyerek kahkahalarla gülüyorlardı. Yüzleşmek ve kabullenmek zorundaydım. Narin olmalıydım. Narin gibi cesur, dayanıklı ve bütün kollarını kendine sarılmak, kendi başını okşamak için kullanan bir ahtapot olmalıydım. Kendi hikayemi bulmak için İnci’yi de Mahir’i de geride bırakmak zorundaydım.