"Hüner sahibinin hazinesinin anahtarı ağızdaki dilidir. Kapı kapalı olursa kim ne bilecek mücevheratçı mı yoksa hırdavatçı mıdır? Erdemli kişilere ziyanı dokunan iki şey vardır; konuşmak gerekirken susmak ve susmak gerekirken konuşmak."

Kitabın söylemine göre: “Hüner sahibinin hazinesinin anahtarı ağzındaki dilidir.” Ne anlatmak istemiş bize İskender amcamız,

“Hüner servet sahibi olmak değil, ona layık olmaktır.” O halde servete sahip çıkmak, ağızdaki dili iyi kullanmayı gerektirir. O dili kullanmayı bilen bir kimse erdem sahibidir. Kapıyı açıp kimin ne olduğunu anlamak ise, yine o dili anlamaktan geçer. Ancak bu sayede kimin mücevheratçı ya da kimin hırdavatçı olduğunu anlayabiliriz.

7’den 77’ye herkesin sevdiği, saydığı barış ağabeyimiz; “En güzel dil tatlı dildir.” diyor bizlere, bu dildir ki söyler, bu kulaktır ki duyar. Dil tatlı dese de anlamayan kulağa ne demeli?

Tatlı dil kullanarak konuşuruz, bizi anlayanlara ama “bizlere sözlerimizden çok yüreğimizden anlayan gerek.” Çünkü ancak yüreklerimizi anlayan ve duyduğunu yüreğine gömen insandır makbul olan.

Kul Ahmet erken kalkar, haydi ya nasip derdi, kimseler anlamazdı ya nasip ne demekti! Sahiden ya nasip ne demekti? Anlatsan bile, bir kulağından girip diğerinden çıkacak nasıl olsa. O yüzden tatlı dilini boşuna yorma…

“Dil söyler kulak dinler, kalp söyler kâinat dinler.” O halde söylesin dil, işitsin kulak. O halde konuşsun kalp, duysun bütün kâinat.

Vakti zamanında iki hükümdar yaşarmış, bu hükümdarlar her fırsatta birbirlerine hediye gönderirlermiş, bir gün hükümdar karşı hükümdara birbirinin tıpa tıp aynısı üç altın heykel ve bir de not göndermiş. Notta şöyle yazıyormuş: bu heykellerin bir farkı vardır bulunca bana haber et.

Hükümdar her yolu denemiş, fakat farkı bulamamıştı. Hükümdarın zindana attığı bir kişi denemek istemiş ve bunun için ince bir tel istemiş. Teli, ilk heykelin kulağından sokmuş heykelin diğer kulağından çıkmış. İkinci heykel için aynı şeyi yapmış ve ağızından çıkmış. Üçüncü heykelde tel hiçbir yerden çıkmamış, geçebileceği bir kanaldan kalbe gitmiş.

Bunun üzerine hükümdar şöyle bir not yazmış:

Duyduğuna kulak vermeyen makbul değildir.

Duyduğunu söyleyen kişi de makbul değildir.

En makbul kişi duyduğunu yüreğine gömendir.

Söylenilen söz, kulaktan girip yüreğimize kadar gidip oradan başka bir yere ilerlemiyorsa, işte makbul olandır bu.

Bazen de dil susar, kalp konuşur, kalbi duyamazsın, o sessizliğin sesidir. İşte kalp konuşur, ama duymaz karşındaki, yüreğine gömersin.

“Bilge kişi kulağından gireni kalbinde saklayandır.” Bilge olmak, sadece çok bilmek ile mi olur? Hadi bir bakalım bilge kelimesinin sözlük anlamına.

“Bilgili, iyi ahlaklı, olgun, örnek (kimse)” anlamlarına geliyor. “Bilgi sahibi olmak, beraberinde bilge olmayı getirmez, gerçek bilge bildiklerini anlatır, fakat kulağa duyurmaz yüreğe duyurur.”

İşte bu yüzdendir ki; “bilge kişi kulağından gireni yüreğinde saklar.” çünkü yüreğinde saklayan kişidir bilge olan.

Sizin de kulağınızdan bir tel sokulsa nerenizden çıkardı?