Masmavi bir denizi ve yemyeşil ağaçları olan bir şehir hayal edin. Şehrin içi tamamen kasvetli ve daimi bir kargaşa içerisinde. Bir de dağı var bu şehrin, zirvesi yıldızlara uzanan. Öyle ki bu dağa tırmanan insanlar 100 metreyi bile geçmeden pişman oluyorlar attıkları her adım için "Bunun için miydi tüm çabam? Keşke ben de bu manzaradan habersiz koşuşturmaya devam etseydim o insanlar gibi. En azından sadece kendi dertlerimi görüyordum o zamanlar, şimdi tüm şehir batıyor gözüme." diyorlar birbirlerine. Oysa biraz daha çıksalar yukarı, önce yemyeşil ağaçlar ve masmavi bir deniz karşılayacak onları, sonra yıldızlar, gezegenler ve galaksiler. Attıkları her adımda küçülecek gözlerinde insanlar, küçülecek yapay dertler. Dağın zirvesini 100 metre sanmasalar mahkum kalmayacaklar griye.

  

Bilmek, zirvesi gözükmeyen bir dağa tırmanmak gibidir. Birkaç metre yükselip durmak değil, nefes aldığın müddetçe tırmanmaktır bilmek. Farz edelim bir insanı tanımak istiyorsunuz. Onu görmek, ismini, yaşını, mesleğini bilmek onu tanımak değildir. Bir insanı tanımak için onun damarında akan kanı bile anlamak gerekir. Ağzından çıkanı değil, kalbinden geçeni duymak gerekir. Yoksa o kişinin karakteri sentezlenmez farklı renklerle. Eski bir roman karakteri gibi, ya siyah olur ya beyaz. 

 

Tüm kitapları okuduğu tek bir kitaba göre değerlendirdiği için mutsuz olur "bilen" insan. Oysa her okuduğu kitapta kendi yaşamından soyutlanıp kitabın sayfalarında dolaşan bir karakter oluverir hayatını bilmeye adamış insan. Mutluluğu aramaz o sayfalarda. Çünkü bilir kederin de, öfkenin de, özlemin de mutluluk kadar doğal ve güzel duygular olduğunu. Şartlamaz kendini "ben mutlu olacağım!" diye. 

 

Farzı misal iki japon balığı, bunlardan biri minik bir fanusun içinde, diğeri sonsuz bir okyanusta yaşıyor. Fanusun içindeki balık yemini hiç çaba sarf etmeden sahibinden alıyor, okyanusta yaşayan ise milyon tane tehlike arasında besin bulmaya çalışıyor. Okyanusta yaşayan balık güzel mercanlar görüp farklı besinleri tatma fırsatı buluyor. Oysa fanustaki balığın dünyası cam hapishanenin koyulduğu odadan ibaret. Sizce hangisi gerçek anlamda mutludur? Evet, fanusun içindeki balık ihtiyaçlarını giderdiği ve uzun yaşadığı için mutlu hisseder belki, ama bu his ne kadar gerçektir? 

İnsanlar da bu balıklar gibi ikiye ayrılır, camdan hapishanelerinde "mutlu" olanlar ve sorgu darbeleri ile fanusu kırıp okyanusa açılanlar. Bazısı gördüğü ilk balıktan korkup özler fanusunu, bazısı da ne çıkarsa çıksın karşısına yüzmeye devam eder.

Yahu nasıl mutlu olur insan doğum ile ölüm arasındaki ufak fotoğrafta gözü kapalı çıkmışken? Nasıl gülümser kameraya fotoğrafı çekenin kim olduğunu sorgulamamışken? 

Mesele sadece okyanusla sınırlı değildir. İster bir kuş olun gökyüzünde, ister bir kurtçuk olun toprakta, yahut yine bir balık şiddetle akan ırmakta. Asıl mesele cesarettir. Anne kuşlar, yavrularına uçmayı öğretmek için onları yuvadan atarlar. Çünkü hiç kimse yüksekten yere çakılmanın korkusunu yaşamadan kanat çırpıp süzülmeyi öğrenemez. Bu çakılma hissi kısa süreli bir korku verse bile insana, tıpkı dağın ilk metrelerindeki hisler gibi, kanat çırpmayı, uçmanın hazzını öğrendikçe dinginleşir ruhu. 

 

Cahillik mutluluktur der korkak insan, korkar bilmekten, öleceğini hatırlamaktan, sevmekten, okumaktan, yüksekten düşüp kanat çırpmak zorunda kalmaktan, gökyüzüne bakmaktan ve fanusunu kırmaktan. Korkaklar daha uzun yaşar, daha az bakarlar ve daha az görürler. Antika bir kuyruklu piyanoda yalnızca tek notaya basmak gibidir cahilliğin mutluluğu, piyano çalındım der, dinleyen duydum. Yalnızca dikkatli bakan görebilir, çalan parmaksızdır, dinleyen sağır.