I


Temmuz ayının başlarıydı, 1977 yazına göre bu yaz daha bir hafifti hava, geçen senelere göre boğucu sıcaklar yoktu. Balıkesir’in Gönen ilçesinde yeni başladığım doktorluk görevimin ilk yıllarıydı. Büyük şehirlerde büyüyüp tahsil görsem de şehirlerin griliğine alışıktım, cansız şehirlere de gittiğim oldu ama bu küçücük taşra kasabasının bohemliği beni şimdiden boğmuştu. 


İlk geldiğim günden beridir büyük şehirlere atanmak için dilekçe versem de olumsuz cevaplardan başka bir şey alamamıştım. Kendimi kanıtlamam gerektiğini söyleyen birkaç doktor arkadaşım hariç kimsem yoktu burada konuşup anlaşacağım, tabii doktor arkadaşlarımın da yaşı bana nazaran iki katıydı. Bir de şehirde dostlarımın ve ailemin mektupları olmasa kendimi tamamen zamanın gerisinde hissederdim. Burada günler; zamanın durduğu, bükülmez bir kuvvet olarak yine karşıma çıktığı zamanlardı adeta. Sağ olsunlar, dostlarımın da benim yalnızlığımı görüp gönderdiği güncel romanlar teselli ikramiyesi gibiydi.

 

Burası öyle bir yer ki günlük işler hariç herkes kendi ahvalini kovalardı, sadece düğünler ve ramazan aylarında kurdukları yemekli cemiyetler hariç onlar da yarınlarının farkında değildi. Ama herkesin ortak beklentileri de yok değildi, o da senenin belli vakitlerinde kurulan büyük bir panayırdı. Gaz lambalarının bulanık ışıkları dört bir tarafa sıçramış, satıcıların ellerindeki mallar ve Çingenelerin kurdukları çadırlar hariç bana göre hiçbir eğlencesi yoktu buranın. Tabii kasaba insanları bundan büyük keyif alırdı; birçok oyunun içinde barındırdığı salıncaklar, deve biniciliği, midilli biniciliği ve halka oyunlarıyla insanlara büyük bir keyif verirdi. Ben birkaç defa gittiğimde pek ilgimi çeken bir durum bulamamıştım, ta ki midem kazınana kadar. Kurulan seyyar börekçilerin tadını almıştım bir kere, her tabağımda beni çocukluğa götürüyordu, bunun dışında gözümde sis bulutu gibiydi koskoca panayır. İşte benim de bu insanların arasına karışıp da seneden seneye beklediğim bu börekçilerdi, börek ustalarının özenerek açtığı börekler ömrümde bu kadar tatlı gelmemişti, sadece o zamanlar kendimi bir şeylerin parçası olarak düşünüyordum, sadece o zamanlar...


Daha ışıklar şehrin göbeklerini aydınlatmamış tabii, insanlar isli yüzlerle gezindiği gecelerde ellerinde kandiller olmasa bir ortaçağ yaşamı bile sayabilirdim. İnsanlar güneşle uyanıyor güneşle uyuyordu. Birkaç deri atölyesi olmasa sabaha kadar ruhu çekilmiş bir kasabaydı işte burası. 


Yine zamanın ağırlaştığı günlerden birinde bizim hastane memurlarından Rüstem Abi, elinde evraklarla girdi odama, arkasında iki tane jandarma eriyle. Büyük şaşkınlık içinde kalakaldım ama her anlattığında şaşkınlığım azalıyor, içimi şaşkınlıktan korkuya dönüşen bir his alıyordu. Anlattığına göre bölge yakınlarında bir köyde cinayet işlenmiş, beni de maktulün raporunun hazırlanması ve teslimi için görevlendirmişler. İlk başta bu görevi istemesem de bu görevlere bakan Hasan doktorun yıllık izinde oluşu, bu gibi vakalara bakacak tek doktor oluşum mecbur kılıyordu. 


Ayşe hemşireye bugünkü hastalarımı kabul edemeyeceğimi söyledim, gelen hastalarla yarın ilgilenecektim. Evrak çantamı hazırladım, üstüme de ceketimi alıp iki erin arasından bir mahkum edasıyla hastaneden çıktım. Hastane bahçesine park etmiş jeepin tekerleğine ayağını dayamış, askeri botlarını silerken tanıştım jandarma komutanı Mesut ile, durumu izah etti ayaküstü ama bana yukarıdan bakan kaba tavırlarla olayı üstünkörü anlatıyordu. Genç oluşum ve toy görünmem, benim üstümde hakimiyet kurmasına sebebiyet verdi sanırım. Bunları pek umursamam aslında ama canıma tak ettiğinde ise sinir krizleri geçirdiğim anlar da olurdu, hatta bir zamanlar bir hastama kızıp kapı dışarı etmişliğim bile olmuştu. Ayşe hemşire beni o halde gördüğünde büyük şaşkınlık içinde kalmıştı. Bu olay aslında iyi olmuştu, hem kendi meslektaşlarımın arasında hem de hastalar arasında büyük saygınlığa kavuşmuştum ama bunların hiçbirini istemiyordum...


Ben kendi halinde bir insanım, herkes gibi insanım. Kendime büyük dertler edinmeyi severim ama hepsi romanların içindeymiş gibi yaşamayı tercih ederim. Kapağı kapatıldığında biten türden; bazen de etkisinde kalmıyor değilim, bunu da kendi içimde hazmetmeye çalışıyorum. Buranın halkının çoğu köylü olsa da içlerinden iyi eğitim almışları da vardı ama hepsi din ve günlük hayatın içindeydi, kaybolup gidiyordu, sivrilenleri de toplum kendine özgü törpülüyordu, bu yüzden her yerin delisi birbirine benzemezdi.

Aslında bu aklı başında sivrilenlerin de kendilerine gücü yetiyordu, kendilerini değiştirmek istiyordu.

Çünkü bana göre haklılar; kendini değiştirmek toplumu değiştirmekten daha kolay, insanoğlu hep kolaycılığı seçmiştir bu yüzden. Belki de üstesinden gelmek istemiyordum ben bile bu tür sorunların.

Ama tamamen onlar gibi de salmamıştım kendimi, yarınların ve bizi biz yapan düşüncelerin nereden geldiğine kafa yormazsam kendimi derin bir boşlukta hissediyordum, hele böyle çevrenin içinde tutsaksan elinde kalan belki de sadece budur. Yorsam da ne fayda, birkaç kişi beni anlarsa anlar, onlar da sonra üstümden bakışlarını eksik etmezlerdi, sanki değer verdiklerini değiştirmişim gibi bir hal takınırdılar, bazılarınınsa selamı sabahı bile kestiği olurdu, işte o zamanlar daha çok içime kapanıyorum, yine kendime ve kitaplarıma dönüyordum.


Bazen çevreme bakıp ‘’Evet insanlık, aşağılık insanlık! Ben sizin anlattıklarınızdan hiçbiri değilim, bedenimin yansımasına aynada bakmaya bile dayanamayan biriyim, beni artık rahat bırakın! Sizin kurduğunuz cenneti isteyeceğime kendi oluşturduğum cehennemde kalmak istiyorum’’ demek istiyordum.


Sokaklarda bağırmak, yüksek yerlere çıkıp nutuk çekmek geliyordu içimden çoğu kez ama sadece insanların arasında eve giderken oluyordu, yüzlerine bakmak bile istemiyordum ama işimin önemi gereği insanlara güler yüzlü olmalıydım. Bazen keşke madenci olaydım dediğim zamanlar da olmuyor değil, en azından yüzümün lekesiyle içimin lekesi bir arada bulunduğu bir iştir bu bana göre.


‘’Ama kime ne denir? Ne söylenir ki? Beni anlamaları için herkesin anladığı dili nasıl kullanırım, hele kendimi oluştururken size de her dilden seslenmek istesem bunca dili nasıl öğrenmem gerekiyor ve bu dili öğrenirken kendime zaman nasıl ayırırdım? Haydi bir bilim insanı gibi kendime zamanı da geçtim, bunca dili öğrenip size hangi dilden seslenmem gerekiyor, kendimi size nasıl anlatırım?”




II

  

Ömerler Köyü bir dağ köyü idi, toplam 70-80 hane olsa da göç vermiş, kalanlar da dağın yamaçlarında iki karış toprağı ekip biçme telaşındaydı, geriye kalanlarsa büyükbaş ve küçükbaş hayvancılıkla birkaç dönümün içinde ve birkaç meranın içinde yayıyordu hayvanlarını. Atlar veya köyden birkaç kişinin ortaklaşa edindiği traktörü olmasa ulaşımı zor bir köydü. Gönen’de salı günleri kurulan pazarlara gelen köylüler olmasa o yolu tepecek veya o köye gidecek insanlar bir avuç diyebilirim. 


Jandarma komutanının jeepine binip üç er ile sıkış tepiş bir vaziyette iki ufak dağa tırmandık. Arabanın gürültüsü olmasa ıssızlığın içinde sürünen salyangoz gibiydik, dağın eteklerine aşarak girdiğimiz köyün evleri ufak ufak seçilmeye başladı. Köyün girişinde atıyla şaha kalkarak gözlerinden uykusuzluk aksa da istifini bozmayan muhtar karşıladı, yanında da köy korucusu dedikleri, biri çelimsiz diğeri orta yaşını çoktan geçse de atı öyle manevralarla sürüyordu ki önümüze, görenler bir savaşın başlayacağına inanabilirdi; hatta hücum borusu ötse bir yerlerden, karşıki dağlara görünmez düşmanların üstüne var gücüyle saldıracak gibiydi. Muhtar biraz sitemkar, ‘’Nerede kaldınız? Gelmenizi saatlerdir bekliyoruz’’ diyerek arabayı süren erin tarafından arabanın önüne, oradan sağ tarafa uçarcasına gidip geliyordu. Komutan sözü devralıp erin söze girmesini engelleyerek, ‘’Ulan patlamadınız ya, her işiniz acele! Devlet işi bu devlet, devleti tabii bekleyeceksiniz!’’ dedi.


‘’Komutanım sizi fark etmedim’’ dedi muhtar sesine biraz sitemini ekleyerek.

‘’Haydi çek şu atı önümüzden de olay mahalline gidelim!”


Muhtar atını tekrar şaha kaldırarak köye doğru atını var gücüyle kırbaçlamaya başladı, komutanın çıkışını beğenmediği her halinden belliydi muhtarın ama askerdi sonuçta, diyecek lafı da olsa yutmak zorundaydı. Çelimsiz köy koruyucu, dikkatli dikkatli bakıyordu arabaya ve içindeki bize; muhtarın atı sürdüğünün ve gittiğinin eminim farkında değildi. Diğer köy korucusuysa muhtarın arkasından kırbaçlamıştı atı çoktan, başlamıştı hücum şimdiden ama çelimsiz adam atı hiç dehlemeden bizle birlikte eşlik ediyordu. Evlerin arasının ağaçlık ve dar olmasından dolayı üst tentesini birkaç defa çizdirmişti şoför, arkada otursam da birkaç ter damlasını bile görebildim şoförün. Komutan kızarak ederek ‘’Ulan devletin malında mı gözün var? Dikkatli sür yoksa senin askerliğini yakarım bak.’’ dedi.

Yavaş yavaş bu defa inadına gider gibi sürmeye başladı, kerpiç evleri geçerek büyük bir kalabalığın içinde bulduk kendimizi. Evler iç içe geçmiş olsa da sokaklar hariç geniş olan avlulara ve boncuk gibi dizilmiş insanlara rastladık. Arabadan indiğimizde muhtar, atı bağlayacak ağaç arıyordu o sıra ama çıkardığı nal seslerinden hariç orada toplanan ahali büyük bir sessizlik içindeydi. Muhtar koşar adımlarla yanımıza geldi, ufak bir dalgalanma içinde insanlar tespih gibi birbirine çarpıp bir oraya bir buraya dağılırken komutan yine muhtarı azarlayarak, ‘’Bu ne kalabalık, hemen açın olay yerini!’’ dedi. Ahali yine kendi içlerinde konuşurken muhtar iki köy korucusuna dönerek ‘’Ulan ayı mı oynatıyoruz açın şurayı, bak komutan ne diyor, haydi herkes uzaklaşsın buradan!’’ dedi.



III

    

Eve ilk girdiğimde; kenarları püsküllü, kargacık burgacık şekillerle dopdolu, birkaç nesli götürmüş de güneşten renk ata ata sararmış, kendi ilk renginden bihaber halde olan halının üstünde eteği dizlerine kadar sıyrılmış bir şekilde, yere dökülen kanı canla başla silmeye çalışıyordu Selma.

Bacakları ve boynu tıpkı birbirine bağlanan şehir yolları gibi geniş, güneşin en tepe saatlerinde bile olsa, o beyaz teni yakamayacak kadar işlevsiz gibiydi güneş ona karşı. 


Ufak bir kasabada banka memurunun çocuğu olsam da üç beş kuruşu biriktirip kaçtığım, İlyas Abi'nin mazotu olduğunda gür gür çalıştırıp, motorundan zor duyduğumuz yazlık sinemasına gelen filmlerdeki artistler gibiydi. Hele hele o film afişlerinde boylu boyunca uzanan kadınlardan hiçbir farkı yoktu.

Gözleri mavinin de mavisi, biraz baksanız içinde boğulacak gibi olursunuz, Jandarma komutanı Mesut ilk ifadeyi olay yerinde kendisi almak istedi kadını görünce. Kadına ismini sorarken bile iki üç bakışından sonra sendeledi ve düşmemek için kapı eşiğine yaslanırken elindeki evraklar kayıp yere düşürdü, biri kan göletinin tam üstüne, biri yerde yatan adamın pantolonunun dibine, biriyse kadının ayaklarının dibine. 


Şoför ve yolculuk yaptığım erlerden bir tanesi gülecek gibi oldu bu duruma, ama belli etmemek için ellerindeki tüfekleri sımsıkı kavrayarak, ayaklarını bir öte bir beri atarak; yüzündeki ifadeyi vücudundan ayaklarına, oradan da evin kil zeminine gömmeye çalışıyordu ayaklarıyla. Tıpkı eve girerken gördüğüm bahçede dolanan tavuklar gibiydi, yeri eşeleyip eşeleyip gömmeye çalışıyordu bir gizemi.


Cesede yaklaştığımda ilk fark ettiğim gözlerin açık oluşuydu, tüfekle göğsünden iki el yakın mesafeden ateş edilmiş ve akciğere saplanan saçmalar akciğeri delmiş, akciğere hava yerine kan girmiş, kendi kanında nefessiz kalarak ölmüştü; ilk izlenim buydu cesetin üstünde. Ama düştüğü yerde kalmasına rağmen hareket ettirildiği izlenimi sezmiştim. Komutana döndüğümde Selma ile konuşan komutanın, benim varlığımı bırak kimsesin varlığından haberi yoktu. 


Selma’nın anlattığına göre iki yetimle komşuya gitmişti dün akşam, iki el sesi duyar duymaz koşa koşa eve gelmişti, yerde yatan Abdullah’ı kanlar içinde görünce çığlık atıp bayılmış, komşuları yetişmiş çığlıklarına. Çocukları göstererek babalarına sarılmaya ve ağlamaya yeltenmişler birkaç kere, onları o halde gören Selma bir odaya kapatmış ama kapının kilit deliği aşındığından biraz aralık kalıyordu kapı. İşte o sıra iki yetimi gördüm bir kapının eşiğinde, iki küçük kafa meraklı gözlerle yerde yatan babalarına dikmişti gözlerini. Ara sıra da bana bakıp gözlerini kaçırıyor, bir yandan da olayın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.


Komutan biraz daha kendine gelerek 

‘’Bir hasmınız, bir düşmanınız var mı?’’

‘’Hayır, bizim kimseyle bir sorunumuz yok, düşmanlığımız da olamaz, nasıl olsun bu küçücük yerde?’’


Baştan beri kadının halıyı silerken hırsı ve soğuk duruşu benim gibi komutanın da dikkatini çekmişti. Komutan benim gibi tekrar gözleriyle odayı süzdü, odada aradığını bulamadı herhalde bağırarak ‘’Muhtar nerede muhtar? Biz adama yanımızda dur diyoruz adam kim bilir hangi cehennemde?’’ dedi.

Şoföre dönerek ‘’Git bul şu adamı, gelsin buraya!’’ diye ekledi.


Şoför kalabalığın içine girerek muhtarı arıyordu, biraz zaman geçmemiş ki tekrar yanımıza gelerek ‘’Komutanım! Muhtar eve gitmiş, birazdan gelecekmiş!’’ dedi.

Komutan birkaç küfür etmişti, Selma’yı görünce uygunsuz olacağını düşünüp dışarıya çıkmıştı o sıra. Ben de arkasından bir hışımla çıktım, farkında değilim ama odaya kanın kesik kokusu yayılmıştı, dışarıdaki temiz hava iyi gelmişti bir zamana kadar. Ahali bize dönerek fısıldaşmalarını sürdürüyordu, kendi aralarında gözlerini bize dikip üstümüzü başımızı süzüyor ve birbirine fısıltı içinde bir şeyler anlatıyordu.


Muhtar tütün kesesini çıkarmış, sararmış tütünü ayıklayarak bir sigara sarmaya çalışıyordu evin dış kapısının önünde oturarak. Yanına geldiğimi sonradan fark etmişti ki çömeldiği yerden kafasını kaldırıp bana bakarak ‘’Doktor, içiyor musun?’’ dedi. Ben uzun süredir içmiyordum, okul yıllarında içtiğimi saymazsak tek tük içerdim. ‘’Bana da sar madem, içmeyi bırakmıştım bu zıkkımı.’’ 


‘’Ne düşünüyorsun’’ dedi Komutan Mesut.


‘’Göğsünden iki el ateş edilmiş yakın mesafeden, birinin kaburgaları deldiğini düşünüyorum, diğeriyse hafif altına inmiş, akciğerleri parçalamış ve kendi kanında boğulmuş gibi duruyor.’’

Aramızda kısa bir sessizlik oldu.

‘’Genel bir otopsiden sonra net bir rapor veririm size.’’


Komutan Mesut dalmıştı sigaranın dumanının içine, benim dediklerimi de anladığını düşünmüyordum. 

Kalabalık kendi içinde dalgalandı ve muhtar çıkageldi yine bu kalabalığın içinde. Sanki muhtar kalabalıktan bir girip bir çıkıyordu, bir kalabalık oluyor bir kalabalığın bilinmediği yalnızlıktan sıyrılıp yanımıza geliyordu.

Komutan Mesut ‘’Neredesin sen, ulan kıyamet günü seni ara ki bulalım!’’

‘’Komutan, eve haber verdim evdekilere yemek hazırlanmasını söyledim. Sizin ne zaman geleceğinizi bilmediğimden ne zaman hazırlayayım bilemedim.’’ 

Komutan Mesut bu defa mahcup tavırlarla söze girdi.

‘’Hiç zahmet etmeseydiniz, ne gerek vardı’’ diyerek yarım ağızlı söylendi, belki de kendi kendine söyleniyordu. 

Komutan Mesut bu defa: ‘’Anlat bakalım bu Abdullah’ın hasmı var mıydı?’’

‘’Komutanım, istersen eve geçelim orada yemek yerken konuşuruz.’’

‘’Ulan mahşer yeri gibi burası, sen hala tıkınma derdindesin!’’

‘’Komutan, eve geçelim anlatırım burada olmaz.’’


Muhtar burada olmaz derken sesini alçaltmış, devlet sırrı verir gibi kulağına fısıldamıştı hatta.

Komutan pek anlamlandıramadıysa da bu olayı ortaya söyler gibi ‘’Rapor tutmam gerekiyor, savcının eli kulağındadır, ben bilerek önden geldim duruma bakmak için.’’

Muhtar komutanın samimiyetine inanarak anlamsızca:

‘’Komutan, savcı gelip ne yapacak?’’ dedi. Söylediğinin pek de dikkate alınmadığını anlayınca pabucuyla tavuklar gibi yeri eşelemeye çalışıyordu, sanki o da gizlediklerini toprağa gömecekti


Komutan Mesut kendi istifini bozmadan kalkıp muhtarın bu hareketleriyle ilgilenmeden bana döndü: “Doktor, ne diyorsun, ne yapalım?”

Ben daha iki kelime etmeden sözlerine devam etti. 

‘’İstersen gidelim, bu savcının geleceği yok, onu beklersek ağaç oluruz.’’ Artık bana biçilen bir görev düşmediğinden sessizce başımla onay verince, iki askeri buraya dikip ‘’Olay mahalline kimseyi sokmayın, bu insanları da dağıtın’’ dedi. 

‘’Haydi muhtar evini göster de gidip gelelim hemen’’ dedi.

Muhtar, yine ahalinin içine karışıp atının dizginlerini eline alıp önümüze düştü.

Şimdi Komutan Mesut gitmiş yerine yaramaz çocuk gelmişti, şakalar ederek başından geçen olayları anlatarak yürüyordu benimle birlikte. Ben, şoför, muhtar, muhtarın elinle çektiği atı önde, solumda köy koruyucusu çelimsiz adam ile yürüdük geçtik kalabalığın içinden. Biz yürüdükçe kalabalık da peşimizden geliyor sanki, bizi bırakmadan bizimle aynı sofraya üşüşecek akbaba gibiydi, gözleriyle ve pençeleriyle bize saldıracakmış hissiyatı uyandırıyordu. Ama muhtar mutlu mesut şekilde hala başından geçenleri anlatarak anlamsız kahkalarını köy yollarına savuruyordu, şoföre baktığımda da aynı hava vardı yüzünde, sanki biraz önce ceseti hiç görmemiş, odaya dağılan kan kokusunu hiç burunlarına çekmemiş gibiydi.