Elimde tuttuğum bardağın içindeki ev yapımı kaçak viskiye gülümsediğim bir anda şarkıyı değiştirmişti. Üzerinde su şişelerinin, kirli bardakların, biraz esrar ve tütünün olduğu orta sehpaya uzattığım ayaklarımı bağdaş yapıp daha dik bir pozisyonda oturmuştum. Henüz ilk kirasını bile vermediğimiz bu evde herhangi bir duygunun kırıntısı bile yoktu. Her şeyin ikinci elden alındığı eşyalar, perdesiz pencereler, çift kişilik yataklarda yalnız uyunan geceler vardı yalnızca. Başka bir şey yapsaydı eğer dikkatimi çekmezdi aslında ama son günlerde tekrar tekrar dinlediğim ve ince bir ıslıkla eşlik ettiğim şarkıyı değiştirmesi canımı sıkmaya yetmişti. Şarkı güzeldi, neden değiştirdin dedim yüzümdeki gülümseme kaybolurken. “Sarhoşken notaları kaçırıyorsun, bu yüzden şarkıya odaklanamıyorum.” diye cevap verdi içerideki dumanın dışarıya çıkmasını istediği için pencereyi aralarken. Yaşamdan, benden ve bu evden duyduğu memnuniyetsizliği anlamam için vücudumun bir miktarının uyuştuğu bu anların geçmesi gerekiyordu. En az iki saat önce sızıp kaldığım bu koltuktan mide bulantısı eşliğinde uyanmış, üzerime örttüğü ince bir çarşafa sarılmış bir vaziyette yarım yamalak hatırladığım kelimelere ve bir daha içki içmeyeceğim diye kendime defalarca söz verip bozduğum gecelere bir yenisi daha eklenmişti. Beni hayatında neden istemediğine ilişkin maddeleri orta sehpanın üzerinde duran kitabın boş olan ilk birkaç sayfasına yazmış, çantasında duran evin yedek anahtarını portmantonun askılığına asıp bu eve ilk taşındığımda ev hediyesi olarak getirdiği ve benim de zeytin ağacından yapılma bi çerçeve ile duvara astığım ilk baskı “Tehlikeli Oyunlar” kitabını alıp evden gitmişti. Sahip olduğuma sevindiğim yegane varlığın boşluğu duvara kendi ellerimle çaktığım çıplak bir çivinin varlığı ile gün gibi ortadaydı. Beni terk etmesinden ziyade giderken kitabı götürmesi daha kalıcı bir boşluk oluşturmuştu. Amerikan tarzı bir mutfağın olduğu bu evde salondaki köşe takımına uzandığı bir günde ocaktaki makarnayı birbirine yapışmasın diye karıştırırken olur da bir gün yaşamımdan gitmeye karar verirsen eğer bu kitabı benimle bırak demiştim. Herhangi bir varlığın eksikliğini duymak bana yabancı bir duyguydu fakat bu kitabın varlığına, onu içine alan ahşap çerçeveye, bütün kutsal kitapların geçerliliğinin zarar gördüğü bu çağda duvarda asılı duruşuna alışmıştım. Bazı akşamlar hiçbir şey yapmadan öylece kitabın duvarda asılı oluşunu izleyip yeryüzünün en kıymetli varlığına sahip olduğunun farkında olan hasta ruhlu bir manyak gibi gülümsüyordum. Benden neyi alacağını biliyordu, bunu bilmesi ruhumu sıkıyor ama bir yandan da hoşuma gidiyordu. Uzandığım koltuktan doğrulup vereceğim siparişi en kısa sürede eve getirecek olan kebapçıyı aramıştım. Bu şehrin en güzel yanı günün her saatinde ocağında sürekli kor halinde kömürlerin yandığı kebapçıların olmasıydı. Saatin sabaha karşı beş ya da öğleden sonra üç olması hiç fark etmiyordu. Yiyeceğimden daha fazla yemeği sipariş vermiştim, vücudumdaki uyuşukluk ile beraber yemekten sonra içerim diye çay suyu bile koymuştum ocağa. Yakın arkadaşlarımdan birini arayıp buraya gel dedim, anlatacak bir hikayemin olmasından ziyade dinlemek istiyordum. Çok konuşacağını bildiğim, kendi yaşamını anlatmayı seven iyi bir dostu dinlerken kebap yemek iyi bir fikir gibi gelmişti. Dolapta bira var mı diye sorduğu soruya ben artık içkiyi bıraktım, gelip her şeyi içebilirsin demiştim. Midemdeki kasılma ve vücudumdaki uyuşukluğun ertesi güne kadar devam edeceğini bilecek kadar içmiştim çünkü. Açtım, yalnızdım ve terk edilmiştim. Otuzlu yaşlarının ortasında bir adam için en kötü olanın hangisi olduğunu bilmeyecek kadar ahmaktım üstelik.