sigaramın dumanında anlık savruluyorsun ve gölgen gelip oturuyor, hayalimde boş bıraktığın yer(in)e. gerçekte(n) yoksun artık. sen bir hayalsin. ayrılığın buruk doğum günü her gün. hiç gelmeyecek birisini belki gelir diye beklemek. yapacak başka bir şey bilememek.
aşk(ımız), her zaman - biz birleşip ayrılan yolun farkındayken bile - var olmak için ikimizi gereksiniyordu. bir kaç cevapsız mektup, anlamsız bir kaç "ben susayım sen dinle"li `eşzamanlı sessizlikler` eşliğinde aramızdaki uçurum büyüdüğünde aşkı yaratanlar olduğumuzu unuttuk. içimizdekileri yakmayan bir kış güneşinde kuruttuk. eski sevgililer gibi kaybettiklerimizin gölgeleri olduk.
biz, aslında birbirine iliştirilmiş zayıf kişi(lik)lerdik. bir bütün oluşturabileceğini zanneden iki eksik kişiydik; birlikteliğimizi var etmeye çalışırken bile birbirimize göre(celi)ydik. anlaşmazlıklarımıza bakarsan henüz o kadar bile değildik. söylenmiş sözcüklere ve inanırlıklarına yüz çevirip bu keşmekeşi daha fazla uzatmayıp ayrılabilirdik. ve ayrıyken "birbirimizi daha çok ne kadar sevebiliriz"i deneyebilirdik. ama biliyorum sonradan pişman olup ayrılığı da bizden bilirdik. aramızdaki sevgi yoksunluğunu, beceriksizce aşk denemelerimizle kapatmaya çalışabilirdik. mecazi aşkımızı betimlemek için kullandığımız birlikteliğimizin tam tersi üzerinden, o yıkıcı söz(cük)lerin hepsinden çıkartınca ilişkimizi anlıyordum ki; bir aslında daha henüz söylenmemiş masumane bir mutluluk yalanından ibarettik.
şimdi bakıyorum da, aramızda bir yalnızlıkta olmaktan başka bir şeyimiz yok. artık ikimizi birbirimizden çıkarsak, gölgelerimiz dışında çıkarsama yapılacak hiçbir şeyimiz kalmayacak. ne derin hüzünlü üzüntü, ne acılı kifayetsiz tanı! kanıtıdır biraz da, elimden bir şey gelmeyişinin. kendimle ilgili en acımasız düşü kendim kurmazsam, ne anlamı kalır ki benliğimin...
gölgen; umursamaz, pervasız, dışardan görenin konuşmayan biri olduğunu anlayacağı bir şekilde karşımda oturuyor. gölgem, gölgen, gölgeler. suskun puskun, niye o masanın başına her gün gidip oturduğunu bilmeyen memurlar gibi, hep aynılara alışmış gibi yürüdüğümüz yollara, vatani görev icabı dolanıverenler. ve ne yaparsak yapalım, mesela inandığımız şeyleri tepetaklak edip çiğneyelim yine de bizi yanı başımızdan takip eden yarenler.
bak görüyorsun işte. dilime dolananları pırıltısız bir limanı bir denize resmeder gibi yazıyorum. ama susmak bazen daha anlaşılır kılıyor söylenenleri, ya da söylenecekleri ve de ezberimdeki söylenmemişleri. o yüzden ben de konuşmuyorum artık. böyle suskunken biz gölgelerimiz bile daha iyi anlaşıyor ikimizden. hem şaşırıyorum ben bu duruma, hem alışıyorum.
biz böylece başladık bekleşmeye, bir türlü karşısına geçemedik, hep yerlerimizde saydık bu aşk(ın) trafiğinde.
üzerine düşürdüğüm gözyaşlarıyla rengi atmış gölgemle, senin gizemli gölgen böyle kös kös birbirlerini seyretmekten, bu gölge oyununu oynamaktan yoruldular artık. biliyorsun, çıkmazlara dayanamıyorum. ama ne yapsam olmuyor; gölgen de aynı sana benziyor, kendini anlatmayı sevmiyor. her şeyi ben anlayayım istiyor.
gölgelerimizin kuytusunda aşkımızın farkındalığını geçtik ve kendi içimizdeki uçurumların imkansız yerlerini seçtik.
sessizlik, yalnızlık ve gölgelerimiz. dekor berbat, oynadığımız oyun - bize göre, belki - çok leziz ama inan bizi izleyen bu masa, bu `sexual healing` tablosu, bize hep soğuk çaylar içiren bu çaydanlık çok keriz.
ama ben bunları görmezlikten geliyorum, pes etmiyorum. “her şeyin bir zamanı varsa, özlediğin geri gelir. aydınlığıyla beraber hayallerin güzelleşir” diyorum. kendimi avutuyorum.
kaçırdığımız durakları saysak, üzerine de şimdiki benliğimizi koysak, seninle benim gölgelerimizi ekleyip toplasak, ne güzel olurdu bu kadar yarım yamalak olmasak ! keşkelerle dolu cümleler kurmasak, `kal`'anımız ne kadarmış bakmasak...
ama geç(tim) bunları diyor gölgen. ben de bırakıp masaya alafranga sessizliklerimi, kendi gölgemi oyundan çıkarıyorum. sonra duygusal hesaplardan çekip cümlelerimi, gerçekliğime yatırıyorum ve kendimi bir acıya tatlı yanından bakar gibili bu eğrilikli cümlelerin doğrusunu söylemeye zorluyorum. o zaman buraya yazdıklarımı direk es geçiyorum. kendimi bir yalana batırmaktansa, acısı içime işleyen gerçek bir düşe inandırıyorum.
biliyorum, önemsemsizleşiyor herşeye rağmenlerim. kendi içime girdiğim zaman benliğimin dışında kalıyor tüm oyalayıcı kelimelerim. bakıyorum da iyi kandırıyor, herkesi dalaverelerim !
her kaldırım yalnızlığında, her bekleyişin sonralarında, artık ne esneyen saatler, ne pörsümüş günler, ne yaz geçerler, ne yazdım geçmediler, bekleler. ne öznesiz kelimeler, sıkıntılı ama bir yandan da umutlu bekleyişler, kendini tekrar edenler, değersizler hepsi de ve daha çok sevimsizler. hayatlarımızı geriye sarabilseydikler. yaz(ıy)a boyanmış sevgili öyküler.
biliyorum, şimdi ne söylesem boş. geçmiş, güzeldili ya da bambaşka türevli. ama inan artık hepsi de eski. ben bıraktım herşeyi, seni kaybedeli. -seni hatırlatan şey ise sadece gölgeler(imiz)de gizli.-
bedenimi geçmişin pespayeliğinden, dönenmesinden, geleceğin rastgeleliğinden alıkoyacak neyim varsa ellerimde, hepsi yanıp gitti bu karşılıksız aşk seyrüseferinde. çarpıştıracak hiçbir metaforum kalmadı. tanıştırılacak hiçbir şeyim yok ellerimden gayrı. ne söylesem kendi(liği)mden bir(den) eksiliyorum.
yani daha çok duygusal kaoslarımı anlatmaya zorlarken kendimi, anlaşılmayan kelimelerime dolaşanların bir işe yaramadığını görüyorum.
ve bu `sonsuz aşk`ın külliyatını yazmayı beceremediğim için yazamadıklarımın altına, "şairin dediği gibidir hallerim" diyerek sana söylemek istediklerimi alt yazı düşüyorum;
. . .
ben ki `kiracıyım bir acıya`.
sen imzalarsın sabah akşam
defterini bensizliğin, bense kanla öderim
kirasını kaldığım evin.
bir takvimi tersten açardık
eğer isteseydin...