29 Mart 2013, Cuma


Senin için koştum. Ciğerim bir fazla büyüyor, bir fazla küçülüyordu ak pak. Kaburgalarımı bir kıracak gibi oluyor, bir de kafese kapatılmış kuş gibi kayboluveriyordu içinde. Senin için aldığım soluklar senin için verdiğim solukların ardında duruyordu. Kemiklerimden biri çatladı, sonra geldi arkası. Bir çıkıntı kalbime saplandı, oydu içini. Zikzaklar çizdi, ovaller oluşturdu; biçimli yaraladı beni. Ben tam göremiyorum burdan, tam karşıdan bakılması lazım ki doğru görülsün. Gelsen... Dursan karşımda... Baksan... Görsen... Neyse. Benim anladığım; soluğum yaraladı beni. Soluğun yani.


Bak şu senin için, bak bu da, diyorum da; bakma sen öyle. Ki zaten görmüyorsun, o ayrı. Aramızda belki üç kaldırım taşı vardı, birimizden birinin arkası dönüktü belki de sadece. Hatta belki bir grup insanın homurtulu gibi bir garip kahkahasına aynı anda çevirdik de başlarımızı, gözlerimiz birbirini göremedi.


Susuz kalan kalbim için, kuruyan gözlerim için koştum. Tam koşmak bile değildi aslında... Hep yalan mı söylüyorum yoksa böyle? Hızlı adımlardı, duraksız adımlar. Durdu mu oraya yerleşen adımlar. Yok ama, koştum ben. Kalbimin karşıki elektrik direğine çarpıp göğsümden içeri geri giriyormuş gibi oluşunu başka türlü açıklayamazsın. Ben açıklarım, ama sen yapamazsın. Bugünlerde senin söyleyeceğin kadarsam eğer, koşmuşum ben. Eğer üç taşı aşmış olsaydık, görseydin, öyle derdin. Koştum. Yağmurda, sana, daha çok gölgene koştum. Islandım. Kaldırımları parlatan o ıslaklığın tamamının sorumlusunun ben olduğumu düşündüm bir an, kirpiklerim piramitleşmişti çünkü. Burnumun ucuna tutunan su damlalarından soluğumu görüyordum çünkü. Hayır, seni değil. Görebilmeyi beklemediğim bir yığın şeyi görüyordum ama... Seni değil. Yazık ki seni değil.


O yağmuru hep hatırlayacağım.