Sabaha karşı. Bedenim yine uyumamakta diretiyor. Hemen hemen iki aydır her günü iki ya da üçer saatlik bölük pörçük uyuklamalar - uyku bile denemez - ile geçiriyorum, gün ortası biraz ağırlık çökse de üstüme çalışıyor olmam uyanık kalmaya mecbur bırakıyor. Günde iki litreye yakın kahve içiyorum. Bu rutin ise üç ayı buldu bulacak. Hareketsiz ve sağlıksız bir rutini sürdürüyorum. Bundan hiç hoşnut değilim. Sanırım artık çalışmak da istemiyorum. Dışarıya olan ilgimi kaybetmiş olmam beni işime yoğunlaştırıyordu, iyi yanından bakmaya çalışıyordum açıkçası fakat şimdi yine "ne için?" soruları kanıma karışıyor iyiden iyiye. Geçenlerde tepkilerimi bir yoklayayım diyerek kendime yemek pişirdim. Çocukluğumdan beri hevesliyimdir yemek pişirmeye, şu dünyada iyi yaptığımı düşündüğüm bir iki şeyden biridir.

Neyse.

Çağdaş'a gittim, barlar sokağının az berisinde. Biraz sebze ve bir kilodan biraz fazla tavuk aldım. İki de bira. Birkaç parça bir şey almıştım ama onu da tam hatırlamıyorum, leblebi vardı bir de galiba.

Dönünce tavuğu haşlanmaya bırakıp soğanı ayrı, kapya ve urfa biberini julyen kesip ayırdım, soğanları karamelize edip biberleri üzerine boca ettim. Biberler hacmini yitirince sarımsak rendeledim, iki dakika kadar çevirip birkaç çeri domatesi attım içine. İki dakika sonra sebzeleri bir kenara ayırıp haşlanan tavuğu da didikleyip, kızartıp ayırdım. Sebzeleri pişirdiğim tavaya krema doldurup kaynayınca bir çay kaşığı köri baharatı, biraz kekik ve bir yemek kaşığı bal hardalla kaynatıp tavukla karıştırdım. Serviste de pişirdiğim sebzeleri üzerine sunum hazırlar gibi koydum. Tuzu biraz az olmuştu. Oldum olası dengeleyemedim şunu. Ya az olur ya fazla. Neyse. Yedim bir kilo tavuğu. Allahtan iştahım eksilmiyor. Sonra koltuğa geçip dizi açtım. Dolaptan bira aldım bir de sigara yaktım. Uzandım.

Etrafıma bakındım bir an. Neredeyim, ne yapıyorum ve ne yapacağım? Ya sonra? Eskiden olsa birkaç arkadaşımı çağırır, birlikte yer, sohbet ederdim. Hep eskiden olsa diyorum. Ne oldu da içimdeki yaşam eskide kalıverdi? Ne geldi başıma, ne yaşadım?

Az buçuk aklı eren biri depresyonda olduğumu düşünür.

Ben düşünmüyorum. Ne üzüntü ne bir buhran duymuyorum. Alabildiğine karla kaplı, kıpırtısız, donuk, alacakaranlık vakti gibi ne idüğü belirsiz, ak mı kara mı bilinmez bir vaziyet ile seyrediyorum.

Bazı günler annem arıyor. Alttan alttan çıtlatıyor kulağıma. Yaşım gelmiş. Öyle diyor.

Düşünüyorum, kim hak eder ben gibi bir eziyeti? Daha kendi hayatımı taşıyamıyorken bir başkasına nasıl yük edebilirim bir karaltıdan farksız varlığımı? Yapamam.

Oldum olası kendimi düşünemedim.

Bencil olmak, olacağım diyerek olunabilen bir şey değil. Etraftaki her yaşam beni iyi ya da kötü etkiliyor. Genellikle kötü etkiliyor. Çocuklar mutlu ediyor beni. Öte yandan bir çocuğun üzüntüsü ise bütünüyle alt üst edebiliyor. Beş sene evvel, güzün Kızılay bulvarında sabahın altısında yalın ayak mızıka çalan çocuğu düşünüp üzülürüm. Ayaklarının altına serdiği karton gelir gözümün önüne. O sabah yüzümü kesen ayazı hala hissederim suratımda. Ben bu dünyayı sevemiyorum. Hatta başkalarının nasıl sevdiğini de anlayamıyorum. Hatta buna sinirleniyorum. Daha nice yara vardır içimde. Öfkemi durduramıyorum bunca acının karşısında. Öyle ki içimin bir yanı pamuk tarlası diğer yanı kor alev. Kimine vicdanım sızım sızım sızlarken kiminin soluğunu kesmek geliyor içimden.

Henüz kendimle savaşımda dahi galip gelemezken, bu öfke ve vicdanın çelişkisi ile kim olduğumu kestiremezken, Zerdüşt gibi, betonarme mağaramda ötekilerin arasına karışacağım güne kadar kendi içime doğup, kendi içime batacağım.


Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Bu son olsun Charlie.