"Yaralar vardı hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar."

-Sadık Hidayet


Size kendi hikayemi yazmayacağım, bir başkasınınkini de. Bu okuyacaklarınız, tüm bu ardı ardına gelen kelimeler, bir anlam ifade etmeyecek sizler için. Eğer bir beklentiniz varsa, şu an okumayı bırakabilirsiniz. Bu yazıyı yazarken de bir garsonum, siz okurken de muhtemelen garsonluğa devam ediyor olacağım. Bazen bazı şeylerin gerçekleşmesi gerekir. Bazen cahil cesaretiyle, tüm lise öğretmenlerinin hayatlarında en az bir kere okudukları büyük ustalara, yazarlara hiç aldırmayıp onların mevkileri kadar büyük bir saygısızlıkla yazmak gerekir. Hiçbir afilli cümle peşinde değilim. Hiçbir beklenti ya da amaç olmadan yazıyorum. Yazının da başında dediğim gibi. Bu ne sizin hikayeniz ne de benim. Yazmanın son bir çare olduğunu kavradım. İlla birisi için yazdığımı düşünüyorsanız şu kağıdın üzerine düşen gölgem için yazdığımı kabul edin. Ya bir kalemdi son durak, ya da bir silah. Hoş, işe yarar bir tabanca almak için en az yedi ay para biriktirmem gerekecekti. Ama kurşun kalem ve yüzlü A4 kağıdı toplam yedi lira tuttu. Neden silah diye soracak olursanız söyleyeyim, göğsümün tam ortasına sıkmak için! Neden kafama değil, onu da anlatayım izninizle. Tüm bunlar olurken yavaşça atmaya devam eden, ölmek istediğim gecelerde bile inatla bedenime bilmem kaç metreye fırlatabileceği kanı, sanki bir umut varmışçasına bedenimdeki her bir hücreye dağıtan kalbimi paramparça etmek istedim. Ayrıca kafaya giren kurşun bazen öldürmeyi başaramıyor. Tüm hayatım boyunca bir işi doğru düzgün yapamayan ben, ölürken de başarısızlıkla anılmak istemezdim. Her neyse, zaten tüm bunlar geride kaldı. Yaptığım tek şey, bedenimde bulduğum birkaç parça enerjimi yazıya dökmek. Öylesine hızlı yazıyorum ki içimden geçenlere sadık kalmak istiyorum.


Tüm bunların nerede sonuçlanacağını merak ediyor, garsonlukla hayatımı geçiriyorum. Bazı günler, gece vardiyasında saat 12’yi geçtikten sonra birkaç masa kalır koskoca restoranda. Onlar da sadece çaylarını veya kahvelerini yudumlarlar. Bense çaresiz, onları izlerim. Kadının ve erkeğin davranışlarını ezberlemeye çalışırım. İyi haber, hepinizin davranışları birbirinize benziyor. Kategorilendirmek için fazla basitsiniz. Kötü haber, hepinizin davranışları birbirinize benziyor. Kavgayla geçirilmiş haftalardan sonra barışma yemeğine çıkan çiftler, erkek erkeğe yenilen yemeklerde önündeki tabaklardan çok, etraftaki yalnız kadınlarla göz göze gelmeye çalışanlar, evliliği kurtarmak adına dünya denen bu bok çukuruna atılan çocuklar... ve daha kötüsü ne biliyor musunuz? Bu sebeple yapılan çocuğun işe yaramayıp seneler sonra bir tane daha yapılması ve sizler gibi insanlardan peygamber çıkmasını ümit etmeniz. Sanki çok önemli şeyler konuşuyormuşçasına ben masanızı toplarken garip bir sessizliğe bürünmeniz ya da tam tersi, ben sanki işimi iyi yapamıyormuşum gibi bana yardım etmeye çalışmanız! Ah, insanlar! Birkaç nefeste bir yudumladığınız çayları büyük bir zevkle içiyorsunuz, avuçlarınızda beklettiğiniz sigarayı çayla katık etmek için yoğun bir iştah besliyorsunuz, hepiniz. Gece geç vakitlerde sokaklarda bağıra çağıra eğlenirken, yanınızdan geçen yalnız heriflere toplumun yüz karasıymış gibi bakıyorsunuz, hatta görmüyorsunuz bile.

Bir başı veya sonu yok bu yazılanların. Hala okuyorsanız eğer, tüm bu davranışlarda kendinizi bulduysanız, bırakın. Çünkü ben bırakmayacağım. Hasta yatağındaki annesinin başında beklerken birkaç kelime dizen bir garson parçasıyım sadece. İşimi iyi yapmazsam beni ölümle tehdit edebileceğiniz birisiyim. Gözden çıkarılabilen birisi. Sizi dünyanın sahibiymişçesine hissettirebilen birisi. Ne altına yattığınız erkekler, ne de üstüne çıktığınız kadınlar bile size benim gibi hissettiremez. Çünkü ben, tetiği çekip namluyu alnıma dayamanıza izin veren bir köleyim. Bunu yaparken cebimdeki ekmek paramı çalmanıza da göz yumuyorum. Ben, beni öldürmeniz için yalvaracak yegane varlığım. Ama ne yücesiniz ki bana sadece çalışırken emir veriyorsunuz. Şunu söylemek isterim ki evimde ve arkadaşlarım arasında ben şanslı biriyim. Bir işim var, para kazanıyorum. Ama çok daha fazlasını duydum. Keşke duymasaydım dediğim şeyler duydum. Sizlere onları da yazmak isterim. Merak etmeyin hiçbiri sizin sözleriniz değil.


"...100.000 lira için adam mı vurulur? Hatırlarsın bizim Kemal’i, külçe külçe altınlarını çaldırmıştı da fellik fellik her yerde çalanı aramıştı. Kim çıkmıştı hırsız, karısı tabii. Bu karı milletine güven olmaz. Komik olan neydi biliyor musun, Kemal mışıl mışıl uyurken karısı çoktan oynaştığıyla yemiş paraları. Sonra da Kemal öğrenmiş tabii, tam kaçarlarken ikisini de vurmuş... Daha sonra çıktı ortaya, meğer Kemal de başka birinden almış. Hapiste şimdi, çıkamaz, çıksa da yaşatmazlar."


"...sen hiç merak etme aslanım, o iş senin. Sınava gir, puanını al, dediğim yere git, ertesi gün işe başlamış olursun."

"...geçen bizim çocuklardan biriyle konuştum, Kürşat’la. Hani şu bostancılar sokağındaki eleman. Müptezellerden biri gelmiş yanına, mal istemiş. Karşılığında da ne vermiş biliyor musun? Karısıyla kızını. Tutmuş ikisinin de kolundan sürükleye sürükleye Kürşat’ın önüne atmış herif. Aha kızım, aha karım. İstediğini al, istersen ikisini de al. Yeter ki bana mal ver demiş. Kürşat da vurmuş herifin suratına, siktiri çekmiş. Ben de Kürşat’ı uyardım ve dedim ki, müşteri velinimetimizdir!"


Kahkahaları hala kulağımda. Birçok herif, aynı masada göbekleri sallana sallana bu iğrenç cümlelere güldüler. İşte toplum bu. İşte düzeltmeye çalıştığınız, içinde yaşadığınız, her gün bir yerlerde karşılaştığınız insan müsveddeleri. Ve ben, ben bu adamlara hizmet ediyorum. Sinir krizi geçirmemek için ilaç kullanıyorum. Bunlar benim duyduklarımın bir kısmı sadece. “Hiç mi iyi bir şey yok hayatında, illa ki vardır.” diyecek olursanız eğer, bir günlüğüne yer değiştirelim mi? Sizle aynı şartlara sahip olmayan insanlar hakkında kendinizi onların yerine koyup nasıl konuşabilirsiniz, yorum yapabilirsiniz?

Evime kapanıp çürüyene kadar bu dört duvar arasında yazmak isterdim. Miskinliğe aldanmak, en azından bir kere olsun denizi görmek isterdim. Şu iki kıtaya yayılmış koskoca şehirde bir kere olsun denize giremedim. Rüyamda hep kendimi denizde görüyorum. Bir salıncak gibi salınıyorum sırt üstü yattığım suda. Sonra alarmla uyanıyorum, ışığı açıyorum. Annemin diyaliz makinesini de açıyorum. Torba dolana kadar başında bekliyorum. Gözleri kapalı. Gözlerinin çevresindeki çizgilere bakıyorum, onun yerine bu çizgiler konuşuyor. Saate bakmıyorum, saati biliyorum 3.30, gecenin dibinde hayallere dalıyorum, annemin yüzündeki çizgiler arasında yüzüyorum. Masmavi gözlerini açmasını diliyorum. Açmayacak. İlaçların etkisi altında. Kim bilir hangi hülyalarda boy gösteriyor annem. Komşunun oğluna verdi bir böbreğini. O çocuğu kirleteceksiniz, annemden bir parçayı kirleteceksiniz diye çok korkuyorum. Çünkü ben, çoktan kirlendim. Şahit oldum sizin iğrenç dünyalarınıza. Tek böbreğiyle yaşayan bu kadın için yaşıyorum. Ne sizin için ne de kendim. Ne benim hikayem bu, ne de sizin.



Barcelona '18