Şöyle başlamak isterdim hikayeme. (Hoş, benim hikayem değil ama benim okuma yazmam var diye ben anlatacağım size. Yoktu Çiçek ablanın okuma yazması. Olsaydı o daha güzel anlatırdı benden. Şiir gibidir sesi.) Affınıza sığınıyorum, dediğim gibi şöyle başlamak isterdim: Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken develer tellal iken. Yahu böyle miydi doğrusu acaba? Nereden bileyim ben, kimse bana masal anlatmadı ki. Bu öyle geçmiş zaman hikayesi değil maalesef. 21. yüzyılın en berbat zamanlarına ait. Çiçek ablamın hikayesi. Siz şimdi soracaksınız kim bu Çiçek abla diye. Sakin olun canım, anlatacağım. Tane tane, ilmek ilmek. Onun kederle bakan gözlerine, uzun, zayıf bedenine, her işi yapabilen maharetli ellerine bakar gibi bakacağım kağıda kaleme. Öyle anlatacağım. Çiçek abla benim komşumdu. On beş sene evvel bizim apartmana taşınmıştı. Dört çocuğu vardı, bir de balıkçı kocası. Balıkçı diye bilerek belirtiyorum. Çünkü kimse onun gibi güzel balık yemekleri yapmazdı. Balığın her çeşidini bilir ve en güzel yemekleri yapardı. Su ürünleri okuyanlar halt etmiştir yanında, o kadar yani. Eğer kocan manavsa evine salatalık domates gelir, balıkçıysa balık gelir ama iş adamıysa hiçbir şey gelmez. İstediğini gidip yersin dışarda. Öyle derdi Çiçek ablam. Annesi o dokuz yaşındayken ölmüş. Babası ardından dört evlilik yapmış. Toplamda 14 kardeşi falan vardı Çiçek ablamın. Esasında kimsesi yoktu. Babaanne ve dedesine hizmet etmiş yıllarca. Elinde bir poşet, kim doğum yapmışsa ona gitmiş bakmış, kimin cenazesi varsa orada yemek pişirmiş. 19’una kadar tüm sülalenin acil durum butonuymuş anlayacağınız. Sonra amcasının oğluyla evlenivermiş mecbur kalıp. Ama bilmediğiniz bir şey var. 17’sinde sevdalanmış bir başkasına. Kor gibi yanmış yüreği aşk ateşiyle. Ama korktuğundan çıkıp da diyememiş ne dedesine ne babaannesine ben aşık oldum diye. Sevdalısı askerdeyken amcasının oğluna istemişler. Dedesiyle babaannesi de hemen vermiş bir boğazdan kurtuluruz diye. Çiçek ablam çıkıp da yok diyememiş. Bu ülkedeki diğer kadınlar gibi... Bu ülkede bir kadınsanız size fikrinizi kimse sormaz. Çünkü siz birilerinin malısınızdır. Onlar sizi alıp satarlar üç kuruş başlık parasına. Neyse Çiçek ablam anlamazdı bu meselelerden. Kadın erkek eşitliğine de inanmazdı. Erkekler hep üstündü, kadınlar hep eksikti, ezikti. Öyle öğretmişlerdi ona. O erkeklere yemek yapmayı, çamaşır yıkamayı, ütü yapmayı öğrenmişti. Şanslıysa o gün, bir erkekten dayak da yememişse tam bir mutluluktu bu onun için. Bazen kollarında çürümüş siyah lekeler görürdüm. Abla diye seslenirdim izlere bakarak, sigarasından bir duman alıp boş ver derdi, boş ver. Boş verirdim ben de. Ne gelirdi ki elimden onunla sigara içmekten başka. Unutmadan söyleyeyim, Çiçek ablam kocasından gizli içerdi sigarayı, ben de annemden gizli. Birbirimize verdiğimiz sırlardan biri de buydu işte. Gizli gizli sigara içerdik, daha doğrusu hızlı hızlı. Gizlice sigara içenler daha erken ölür falan yazmamalılar sigara paketlerine. Hoş, kim bizi dinler ki? Çiçek ablayı kimse dinlemedi bugüne kadar. Ne babası ne dedesi ne kocası ne de hemcinsi babaannesi... Beni de çok dinlemez insanlar. Ama ben şanslıyım. Zorla evlendirilmedim hâlâ. Özgür de sayılırım birçoklarına göre. Tek başıma gezebiliyorum sokaklarda. Bir kafede oturup çay içebiliyorum. Neyse, kendimi anlatmayı bırakmalıyım çünkü bu Çiçek ablamın hikayesi. Çiçek abla her anne gibi çocuklarının üzerine titrerdi. Ama yoksul olunca pek yapamıyor insan bunu. Fırtına olduğu zaman kocası haftalarca gidemezdi balığa. Çiçek ablam bulgur pişirirdi sadece. Ekmek ve suyla yerdiler altı nüfus onu. Çocuklara okul harçlığı da veremezdi. Hâl böyle olunca ona yazmalar almıştım ben de. Bir de ip ve tığ. İşleyip işleyip satacaktı. Nitekim yaptı da bunu. Çocuklara harçlık olsun diye işleyip işleyip sattı. Çoğunluk ben, annem ve öbür komşular satın aldık onları. Ne yaparsınız, yoksul insanın çevresi de yoksul olur. Kimsenin işlenmiş yazmaya verecek parası yoktu. Biz de onun gururunu bildiğimizden başkalarına satın alıyormuş gibi yapıp eve attık hepsini. O görür diye de hiç kullanamadık. Şimdi kullanıyoruz. Ben bandana niyetine takıyorum, annem de yemek yaparken saç girmesin diye. Nasıl kullanıyorsunuz derseniz taşındı Çiçek ablam. Çok uzağa gitmedi elbette. Yaşadığımız şehrin en ucuz semti burası çünkü. Kocası gidip gezi teknesi olan bir adama kefil olduğu için evi haczedildi Çiçek ablamın. Sahip olduğu tek ve en güzel şey bodrum katta 2+1 eviydi. Kocası ona da sebep oldu. Ağlaya ağlaya çıktı evden. Eşyalarını bile haczettiler. Eşyalı bir eve kiracı olarak gitti. Çok ağladı, çok üzüldü. Ama biz her yanına gittiğimizde kocaman tebessümle karşıladı bizi. Beni yanaklarımdan öper, sımsıkı kucaklardı her gelişimizde. Sonra şikayet eder, davet etmesem geleceğiniz yok derdi. Ben de abla yol uzak kapı komşusu değiliz artık, ne yapalım, derdim. Her gün görüşemesek de haftada bir, iki haftada bir ya o bize geldi ya da biz ona gittik. Sonra ilginç bir şey oldu. İki günde bir gitmeye başladık. Ama ne oldu derseniz bir gün Çiçek abla beni aradı. Heyecanlı heyecanlı kuzum ne oldu biliyor musun, dedi. Ben de valla bilmiyorum ablacım, anlat hele, dedim. Belediye köprü yapıyormuş aramızdaki yola, artık on dakikada yetişiriz birbirimize dedi. Aa öyle mi, ne güzel, falan dedim inanmayarak. Ama hayret, öyle oldu gerçekten. Belediye aramızdaki yola köprü yaptı. On dakikada birbirimizin evine gidebiliyoruz. Hem artık kocası da biliyor sigara içtiğini. Hızlı hızlı da içmiyoruz sigarayı, keyfimizle vallahi. Bir kere de gizlice Çiçek ablamı kafeye götürdüm. Doğum günüydü. Ben ne bilirim doğum günü, bey kızar dediyse de dinlemedim. Gizlice evden alıp götürdüm onu, bir çay içip pasta yedik, kalktık. Çok ağladı Çiçek abla. Ben de ağladım. Ama mutluyduk ağlarken. Belediyeye burdan sesleniyorum. Uzak yolları yakın eden köprüleri gönüllere de yapsınlar. Ne olurdu canım? Oyumuz mahallecek sizin olur, söz. Çiçek ablamla ben de size hep duacı oluruz. Olmaz mı? Böyle hikaye mi olur diyeceksiniz, biliyorum, haklısınız da. Ama ne yapayım, en güzelini Ahmet Muhip Dıranas anlatmış: "Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla."