Uyandı. Masa saati 13.24’ü gösteriyordu. Yüzünü ovuşturdu, saçlarını geriye attı. Tavana daldı uyuşuk gözleri. Baktıkça bembeyaz körleşti. Hayaleti andıran duman gölgeleri gezindi göz küresinde.


Oyunu telefonun çığlığı bozdu. Işık hızıyla uzaklaştı hayaletimsi görüntülerden. Yüzüne bir kova soğuk su çarpılmışçasına irkildi. Sinirli bir yan dönüşle telefona uzandı. Arayan kim, diye bakarken 13.30 rakamlarını ve yanıp sönen zil simgesini gördü ekranda. Alarm çalıyordu.


Tuşa bastı, elektronik böğürtü sustu. Telefonu komodine koydu sertçe. Derin bir soluk alıp yavaşça bıraktı. Gözleri yorgunluktan yanıyordu. Göz kapakları yangını söndürmek için kapandı.


Uyandı. Masa saati 14.38’i gösteriyordu. Yüzünü ovuşturdu, saçlarını geriye attı. Tavana daldı uyuşuk gözleri. Baktıkça bembeyaz körleşti. Hayaleti andıran duman gölgeleri gezindi göz küresinde.


Aniden doğruldu, aksi halde kalkamayacaktı. Uykusu uykusundan besleniyordu. Asla doldurulamayan bir kap gibiydi bedeni. Ne kadar uyku dökersen dök dolmuyordu. Bıraksalar uyku rekoru kırabilirdi. 


Ağzı zehir gibiydi, komodinde duran suyu bir dikişte içti. Başı dönüyor, midesinde hafif bir bulantı dolanıyordu. Başının sol yanındaki çizgisel ağrı titreşmeye başlamıştı yine. Bir yılan gibi sürünüyor, sol gözünden sol kulak arkasına geçiyor, bir yerde sabit durmuyordu. 


Ayağa kalktı, gerindi. Zonklayan ensesini sertçe avuçlayarak ovaladı. Yatak odasından çıkıp sallana sallana salona geçti. Onu koltukta otururken buldu. 


“Oooo, beyefendi nihayet uyandılar! Yine akşamdan kalmayız tabii. Akşamdan kalma pizza var dolapta. Isıt da ye!”


Tekli koltuğa kurulmuş, ışıldayan gözlerle bakıyor, laf atmasına karşılık bekliyordu yüzünde çakılı duran o sırıtık emoji ifadesiyle.


Sabah sabah neşeli ve konuşkan olmak asla anlayamayacağı bir şeydi. Üstelik her sabah! Ne gibi bir problemin dışa vurumuydu bu acaba? 


“Ne sabahı yahu! Öğlen, öğlen! Geçiyor bile.” 


Standart gülümsemesiyle çın çın ötüyordu yine. Neyin geleceğini biliyor, lafı beklemeden cevabı yapıştırıyordu. Karşılık vermek şart olmuştu: 


“Neyse ne! Uyandığın an sabahtır işte! Lafın gelişi. İlla gerçek zaman dilimi olarak almana gerek yok. İlk yediğine kahvaltı demekle aynı şey.”


Gülümsemesinden zerre ödün vermeden muzipçe bakmayı sürdürdü. Neden sonra karşılık verdi: 


“Hım, yazdım bunu kenara! Yemeklerin en şanlısı hangisi, biliyor musun? Akşam yemeği. Çünkü tam da akşam vakti yeniyor. Yerini başka bir öğün işgal edemiyor.”


Gözlerini kaçırarak “Hı hı!” dedi. Baş ağrısı kendiliğinden geçmeyecekti, geçmezdi. Bir an önce bir şeyler yiyip ilaç içmeliydi. Açık mutfağa geçti, dolaptan pizzayı çıkarıp ısıttı. Uzun mermer masanın üzerine koydu, yüksek sandalyeye oturdu, hızlıca yemeye başladı. Diğeri ise koltuktan onu izliyordu. Kısa süren sessizliği yine o bozdu:


“Yemek falan dedik ya, bak ne düşündüm ben... Baklagiller, deniyor söz gelimi... Neler bunlar? Nohut, fasulye, barbunya, soya, bezelye, börülce, mercimek ve tabii ki bakla! Peki, bunların içinde en az tüketilen hangisi? Bakla! Grubun en zayıf halkası gruba isim vermiş. Aynı şekilde turunçgiller... Portakal, mandalina, limon, bergamot, greyfurt, turunç. Peki, turunç nerede ve ne kadar kullanılıyor ki? Adı bile geçmiyor. Yine en zayıf olan öge grubun temsilcisi seçilmiş. Ne garip, değil mi?”


Kafa salladı. Hızla ikinci pizza dilimine geçti. Bir an önce karnını doyurup ilaç içmeli, evden çıkana kadar baş ağrısını dindirmeliydi. 


“Bu tür tespitler lazım olur, konu açar, konuyu konuya bağlar diye düşündüm. İnsanlar sever böyle şeyleri. Göz önünde olduğu ve çokça da yinelendiği halde daha önce farkına varılamamış ayrıntıları verirsen insanların ilgisini çekebilirsin. Sonra da esprilerle, ilginç bağdaştırmalarla süslersin.”


Karşılık vermedi. İkinci dilimi bitirir bitirmez alttaki çekmeceyi açtı. Üç ağrı kesiciden en güçlü olanı aldı. Koca bir bardak suyla midesine gönderdi. Eski insanlar ağrı kesiciler olmadan nasıl yaşamışlardı acaba? Hele de baş ağrısıyla... Belki de baş ağrıtacak bir yaşamları yoktu.


Geçenlerde sosyal medyada ağrı kesici yarıştıranları görmüştü. Herkes kendi kullandığı ilacı övüyordu. Mesele bu hale gelmişti demek. Ağrı kesici savaşları! Ne kadar da trajikomik! En çok da baş ağrısı konu ediliyordu tabii. İnsanın en çok sorun çıkaran yeri başıydı demek ki. İnsanı insan yapan şey.


“Baş ağrısını bahane edip kabahatinden sıyrılmak isteyen karısına ne demiş Nasrettin Hoca? Geçenlerde dişim ağrıyordu, çektirdim, kurtuldum. Senin de başın ağrıyor madem; çektir, kurtul.”


Kafa sallamakla yetindi. Kahve için su ısıtıcısının düğmesine bastı. Dolaptan bir parça çikolata çıkardı. Sandalyeye oturup gözlerini dışarıya dikti. Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı. Kişiliksiz bir hava. “Kapalıysan gürle ve yağ, yoksa açıl da güneşi görelim.”


Kapalı devre hayatı vardı. Mağazalardaki kapalı devre radyo yayını gibi. Ortasından başlanmış, öncesi bilinmeyen ya da unutulmuş. Mağazaya girenler kalıcı değil. Amaçları müzik dinlemek de değil. Müzik sadece döngüsel bir fon. O da tam dinlenmiyor. Dikkatler başka yerlerde. Müziğin bazı bölümleri ara sıra kulaklara değip geçiyor. Alacağını alan çekip gidiyor, müzik duyulmaz oluyor.


Bir öykünün ortasında yaratılmış ve sadece o sayfada yaşayan karakter... Önceki sayfalardan habersiz. Sonrakilere geçmemiş. Öylesine ortalıkta kalakalmış bir olay kahramanı ve başı sonu belirsiz bir hayat. Başı ve sonu silinmiş bir kısa film.


Su ısıtıcısının kaynama uyarısıyla düşüncelerinden soyundu. Fincana iki kaşık kahve koydu, üzerine sıcak su doldurdu. Çikolatadan ısırıp kahve yudumlamaya başladı.


“Kahverengi bir renkse kahve ne renktir?” 


Koltukta oturanı unutmuştu o yoğun düşünme aralığında. Fincandan yudum alırken gözleri kısıldı, küçümseyen bir bakış fırlattı karşıya. 


“Çok bayağı! Seviyeyi iyice düşürüyorsun bazen.”


Eleştiriyi, suratına yapışmış olan klasik gülümsemesiyle karşıladı her zamanki gibi. Anında karşılık verdi:


“Önce bayağıyı verip beklentiyi düşüreceğiz, sıradanlığı ve eskimişliği körükleyip ön yargıları ateşleyeceğiz. Hemen ardından da iyi ve özgün olanı patlatacağız. Modası geçmiş olandan pat diye yeniye geçmek! Tam anlamıyla şok etkisi! Dibe batırıp oradan zirveye fırlatmak! Pat, küt, bam!”


“Puf! E, sonra? Sonra ne olacak? Kahverengiden nereye bağlanacak konu?”


“İşte, renkleri adlandırma mantığını kurcalarız biraz. Kavuniçi, yavruağzı, fildişi falan. Gülünç öykücükler uydururuz. Başka örnekler de veririz. ‘Fuşya diye bir renk var. İnternet icat edilmeden önce bilinmiyordu çünkü neye benzediğini öğrenmek için internete bakmak gerekiyor,’ deriz. Ortamı yavaş yavaş ısıtırız.”


“Ben hâlâ nereye bağlayacağını anlamadım.”


“Baktık olumlu etkileşim alıyoruz, ‘Mor, eflatun, lila renklerinin farklarını biliyor musun?’ diye sorarım ben sana. Sen de ‘Hayır, onları sadece kadınlar biliyor,’ dersin. ‘Turuncu demek yerine bazıları niye uzununu seçip portakal rengi diyor ki?’ dedikten sonra da konuyu turunçgillere bağlarız.”


“Bilmiyorum. Eskilerden devam etmek daha kolay geliyor bana. Risksiz en azından.”


“Yeni şeyler bulsak diyen sendin.”


“Biliyorum. Mekanlarda müdavimlerle karşılaşmak geriyor beni çünkü. Ne anlatacağımı az çok biliyorlar. Meraksız gözlerle izlenmek dikkatimi dağıtabiliyor.”


“Hem eskileri kullanmak istiyorsun hem de merak edilmek. Böyle birbirine ters şeylere aynı anda sahip olamazsın. Birini seç, onunla ilerle. Tam olursun böylece. Aksi halde ikiye bölünürsün, yarım kalırsın ve bu iki yarımdan asla bir bütün çıkmaz.”


“Ne ara felsefeye geçtik? Bunlar da oyunun parçası mı?”


“Değil. İş konuşmuyoruz şu an.”


“İş mi? Sen önceki muhabbete iş mi diyorsun?”


“Yine başa sarıyoruz. Niye bir şeyin adını koymaktan kaçınıyorsun? Niye herkesi mağazaya gelen geçici insanlar yerine koyuyorsun? Her şeyi niye kısa süreliğine sana emanet edilmiş eşyalar olarak görüyorsun? Havaya savrulmuş bir miktar su gibisin. Hiçbir kabın şeklini almamak için havada asılı kalmayı yeğliyorsun. Yer çekimsiz ortamda olmayı arzuluyorsun.”


“Su ne renktir?”


“Ne alaka şimdi? Başka bir şeyden söz ediyorum ben.”


“Renkleri oraya buraya bağlamayı biliyorsun. Görünen her şeyin bir rengi var. Peki, bana suyun rengini söyle!”


“Suyun rengi yoktur. Su, üzerinde durduğu zeminlerin rengini almış gibi görünebilir ama gerçekte renksizdir.”


“İşte ben de öyleyim, renksizim. Üzerinde durduğum şeyin rengine bürünmüş gibi görünürüm ama aslında değilim. Zemini altımdan çektiğin anda yanılsama biter. Kapların şeklini almam aldatıcıdır. Başkalarının bende gördükleri her şey geçici. Sadece illüzyon. Gösteriyi izlerler ve sonra da giderler.”


“Canın istediğinde ilgisiz ve umursamaz, canın istediğinde de ciddi ve dikkatli olman... Yani bu ani geçişler… Bunları da kullansak iyi olur.”


“Senin de köşeye sıkışınca kıvırıp konuyu değiştirme kaypaklığın takdire şayan doğrusu!”


“Hakaret etmesek mi acaba?”


“Bu ucube soru kalıplarını da nereden buluyorsun?”


“Ben senin rakibin değilim. Bazı konularda farklı bakış açılarına sahip olmamız bizi karşıt yapmaz.”


“Benzer bakış açılarına sahip olmak da ikili olmaya yetmez.”


Diğeri sustu, yanıt vermedi. Her zaman o sustuğunda biterdi konuşma. Makasla kesilmişçesine sabit fakat başka bir konuya eklemeye müsait.


Mevsim kıştı, birkaç saat sonra akşam olacaktı. Başının ağrısından geriye belli belirsiz sızılar kalmıştı. Kısa bir süre sonra onlar da geçerdi genelde. 


Pizzanın artan dilimini de yedi. Masayı toparladıktan sonra banyoya girdi, küveti sıcak suyla doldurdu. Bir saat küvette uzandı. Banyodan sonra yatağa gidip biraz daha uzandı. Tam uykunun eline düşecekti ki irkildi, aniden doğrulup kalktı. 


Üzerinde bornozla salona döndü. Mutfağa geçip buzdolabını açtı, portakal suyu şişesini kafasına dikti. Göz ucuyla koltuk sevdalısına baktı. Hep aynı koltukta oturduğu için ona bu adı takmıştı. Muhabbetlerini kendisinin sözleri bitirirdi, buna karşın yeni konuşmaları açan da her zaman diğeriydi.


“Sıhhatler olsun.”


“Sağ ol.”


“Bu akşam neredeyiz?” 


“Saat 8-9 arası parkın karşısındaki bardayız. 10-11 arası marinadaki pubda. 12’de çarşının arka caddesindeki barda.”


“Vuuu! Bir gecede üç mekan!”


“Sevinmene sevindim,” dedi. Yatak odasına geçti. Füme gömlek, siyah pantolon, siyah süveter giydi. Saçlarını briyantinleyip taradı. Saatini, kuru kafa yüzüğünü ve deri bilekliğini taktı. Parfümlenip salona geçti. 


Perdeleri kapadı. Montunu giydi. Koltuk sevdalısını sırt çantasına koyup evden çıktı. Taksi çevirip bara gitti. 7’yi 10 geçe barın önündeydi.


Barın girişindeki ayaklı beyaz tahtada program asılıydı: Bu akşam 20.00’da vantrilok gösterisi. 22.00’da canlı müzik.


İçeri girdi, bir iki bar çalışanıyla selamlaştı. En köşedeki masaya oturdu. Barmen her zamanki biradan gönderdi. Mekan sahibi masaya geldi. Hâl hatır soruldu. Bilindik sözler gevelendi. Şişeler tokuşturuldu. Oradan buradan konuşuldu. 


Vakit gelince mikrofonu eline alan bar çalışanı kendisini sahneye davet etti. Çantasını açtı, kuklayı çıkarıp sağ eline geçirdi. Alkışlarla sahneye çıktı. Gösteri başladı.


“Merhaba, nasılsın?”

“Sağ ol. Bütün gün oturdum durdum, biraz sıkıldım ama şimdi çok iyiyim. Sen nasılsın?”

“Standart.”

“İyi. Bu akşam yiyeceklerden söz ederek başlamak istiyorum. Ne dersin?”

“Normal. Aklından en çok geçirdiğin konu ne de olsa.”

“Evet, benim aklımdan geçiyor, seninse her zaman boğazından.” 

“Bakalım bu akşam hangi lafları yiyeceğiz?”

“Şimdi kim tıkınmaya meraklı oluyor pardon? Neyse! Şu sebze ve meyve gruplarını düşündün mü hiç?”

“Düşünmedim. Aklından geçiren sensin. Bense sadece yiyorum.”

“Evet, doğru! Söz gelimi şu baklagilleri ele alalım. Nedir bunlar?”

“Ben sadece tatlarıyla ilgilenirim. Pizzadan sıra gelirse tabii.”

“Anlatayım o zaman, dinle!”

“Hepimiz dinliyoruz.”

“Tamam, başlıyorum.”