Stefan Zweig'ın şairane uzun betimlemelerini her cümlede hissettiğimiz kitaplarından biri Bir Çöküşün Öyküsü. Madam de Prie'nin Fransa'nın sarayından taşradaki malikanesine sürülmesiyle başlıyor hikaye. Bu kez başkarakter; kesinlikle kendimle özdeşleştiremediğim, içinde kötücüllük barındıran hayatını maskelerin ardında geçiren birisi. Zweig; kahramanın yalnızlığa karşı tavrını eşyaların korkunç, düşmansı görüntüleriyle tasvir ediyor. Birçok insan tarafından güç göstergesi olarak görülen para, zenginlik, refah Madam de Prie'de fazlasıyla bulunsa da Madam; makam, ün, şöhret etiketine oldukça tutkun, insanlara tepeden bakmaya alışmış. Bu sebepten yaşamının kalanını taşradaki köylü kesimle ve yalnızlıkla geçirmeyi bir türlü sindiremiyor. İlk başta çocukluğunu geçirdiği bu malikane ona maskelerden kurtulma özgürlüğünü getirse de Paris'teki üst tabaka tarafından çabucak unutulmak ona kendisini hiç olmadığı kadar değersiz hissettiriyor. Buradan da aslında Madam'ın insanlar üzerinde yarattığı duyguyla kendisini kıymetli gördüğünü, kendisini karşısındaki ile var ettiğini, bu yüzden de yalnızlığın ona neden zulüm geldiğini anlıyoruz. Kendi değerini kendinden alamayan bu kadın hiç sevmediği bir köylüyle aşk yaşayarak yalnızlığını savuşturmak istese de Madam'ın yatağına girdikçe kibri ve öz güveni artan köylünün Madam'dan çekinmemesi ve Madam'a karşı hayranlığını kaybetmesi, Madam de Prie'de tiksintiden başka bir his uyandırmıyor. Köylü aşığı tarafından yaşadığı aşağılanmalar ve Paris'teki üst tabakanın balık hafızasına karşı duyduğu öfke onu ölüme iteklerken aslında derdinin insanları yokluğu ile cezalandırmak ve ihtişamlı bir ayrılıkla ses getirmek olduğu ortaya çıkıyor. Taşrada yaptığı şovlar ve gösteriler Paris'i, hatta birçok bölgeden gelen zenginleri malikanesine getiriyor ve para ile yaydığı büyük ihtişamıyla 1 ay boyunca süren şenlikler düzenliyor. 7 Ekim'e öleceğini bildiren Madam, ölüm gününden 2 gün önce şenlikleri bitiriyor ve tekrar yalnızlık dediği Çin işkencesine geri dönüyor. Son ana kadar yüzünden alaycı gülümsemesini eksik etmeyen bu kadın öldüğü an ölümü de alaycılığıyla kandırmak istiyor ama başaramıyor. Stefan Zweig burada çok güzel anlatıyor onca zaman sevilmemenin, değersizliğin, yalnızlığın ıstırabının tüm bedenine nasıl yayıldığını. Son anında hiç sevmediği köylüden 1 gün daha birlikte vakit geçirmeyi dilendiğinde yaşadığı reddediliş, öldüğü güne kadar her şeyi parasıyla satın almış olan bu kadına bir darbe daha vuruyor. Madam "Artık paramın da işe yaramadığı bir noktadayım." farkındalığını kazanırken içten içe kendisinin sevilemeyecek kadar bozuk birisi olduğuna dair inancını alttan alta işliyor yazar. Kendimle bir tane dahi ortak nokta bulamadığım yolsuzluklar yapmış olan bu kadına acımaktan kendimi alamıyorum. Keyifli okumalar...