“Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için on bin kitap okumuş olmayı isterdim.”

Tutunamayanlar / Oğuz ATAY

 

Sana olan hislerimi iki nokta arasına sığdıramıyorum. Sığdıramıyorum seni tek bir cümleye. Taşayım diyorum o cümleden, durulamıyorum bu seferde, taştıkça taşıyorum; tüm sayfaya taşıyorum, koca bir deftere taşıyorum. Taştıkça taşıyorum da durmak nedir bilmiyorum bir türlü, gereksiz bir ton ayrıntının içinde boğuluyorum.


Ama bir şekilde sığmam lazım o cümleye çünkü biliyorum ki en güzel doğum günü mesajları tek bir afili cümleden ibaret olurlar. Bir okuyan bir daha okumak ister böyle cümleleri; bir kenara not edip günü geldiğinde bir başkasına satmak ister. Dilden dile dolaşır böyle cümleler; hayran bırakırlar kendilerine. Güçlüdürler, güzeldirler ve iki nokta arasında tek başlarına, dimdik ayakta dururlar.

Gel gör ki öyle cümleler yazamıyorum ben.


Bilirsin sen de, uzata uzata anlatırım ben her şeyi. Ben uzatırım, sen kızarsın; için daralır ben anlatırken de yavaş yavaş kapanır gider göz kapakların. Bir türlü gelemem sadede. Bir ondan bahsederim bir bundan. Çok kısa cümleler kurarım bazen, bazen de uzattıkça uzatırım bir cümleyi de başını sonunu karıştırır, ne anlatacağımı unutur, saçma sapan, eciş bücüş bir cümle bırakıveririm orta yere. Ne dediğimi ben bile anlamam kimi zaman. Bir türlü de sığamam o iki noktanın arasına. Saatlerce düşünüp tek bir cümle yazmak, eli yüzü düzgün adam akıllı bir cümle kurmak yerine saatler boyu yazar da yazarım; durmadan, düşünmeden, ardıma bir kez olsun dönüp bakmadan, umursamadan yazarım ve onlarca sakat, zayıf ve hasta cümle bırakırım sayfaların üzerinde. Sonra da gider silerim her ne yazmışsam; içine düştükleri acıdan ve azaptan kurtarırım o sakat ve hasta cümleleri. Aklımdan geçenleri dökemem bir türlü kâğıda, benim elimden çıkan ama benden bir o kadar da uzak şeyler yazarım hep. Keşke derim, keşke azıcık düşünüp yazsaydım da biraz olsun bana benzeseydi şu eğri büğrü cümleler. Derim demesine de ne zaman kalemi elime alsam ya da içime derin bir nefes çekip açsam ağzımı aynı boku yerim hep. Hatırlar mısın, kaç kere azar yedim hocalardan iki satırlık cevabı olan soruya iki koca sayfa yazdım diye.


           Ne yapayım böyleyim işte ben, kendimi bildim bileli de böyleydim hep; annem susturmaya çalışırdı, elinin tersiyle vururdu ağzıma da susmazdım ben. Çocukluğumun tamamında dudaklarım patlak gezdim de vazgeçmedim huyumdan


konuştukça konuştum

uzattıkça uzattım


Biliyorum, yine yapıyorum aynı şeyi. Seni ne kadar sevdiğimi ne kadar güzel olduğunu, beni nasıl değiştirdiğini anlatacağım yerde alakasız şeylerden bahsediyorum. Senden bahsedeceğime kedimi anlatıyorum sana. Sanki beni tanımıyormuşsun gibi.


Lastik gibi uzatıyorum lafı her zamanki gibi, çekiştirdikçe çekiştiriyorum.

Tamam o zaman, senden bahsedeyim biraz da. Bir cümlede anlatmaya çalışayım seni. Hile hurda yapmadan, noktalı ya da noktasız virgüllerle lafı uzatmadan, bir cümlede anlatmaya çalışayım seni ya da bendeki yerini sığdırmaya çalışayım tek bir cümleye…


           “Bu karanlık dünyadaki tek ışık kaynağımsın sen benim.” Nasıl, becerebildim mi? Yok, olmadı bence. Vıcık sembolizm yaptım ayak üstü ya da ona benzer bir şey işte. Tamam o zaman, şu nasıl:


           “Seni tanımdan önce kurak bir çölün ortasında yapa yalnızdım ama şimdi papatyalarla çevrili dört bir yanım.” Beğendin mi? Ben yine beğenmedim. Biliyorum çıkamayacağım bu işin içinden. Sen söyle, nasıl sığdırabilirim ki seni tek bir cümleciğin içine; kahve gözlerini, dalgalı kara saçlarını, pembe dudaklarını, zarif parmaklarını, incecik sesini, neşeli gülüşünü, tatlı tatlı mırıldanışını, kitap okurken omuzlarının arasına gömülen başını ve ciddileşen yüzünü ya da okudukça titreyen çeneni, heyecanlandığında kızaran yanaklarını, utandığında saçlarına götürdüğün ellerini, sarıya olan sevgini; sırf o sevgin yüzünden hakkında hiçbir şey bilmeden sırf duvarları sarı boyalı diye taşınıp sonra da bin pişman olduğun o sarı apartmana gitmemek için uzun zaman her geceyi farklı arkadaşlarının yanında bir göçene gibi geçirip de en sonunda bana geldiğini ve bir daha da hiç gitmediğini nasıl sığdırayım tek bir cümleye. Biliyorsun yapamam, gelmez elimden. Yapmaya çalışsam da aynı az önceki cümle gibi kıçını başını karıştırırım zaten. Hiçbir kelime yüklenemez senin bendeki anlamını. O yüzden illâ ki uzatacağım yine. Aynı şeyleri tekrar tekrar söyleyeceğim, hatta aynı şeyleri tekrar tekrar söylediğimi bile söyleyeceğim tekrar tekrar ve sen hiçbir şey anlamayacaksın bu söylediklerimden. Belki sıkılacaksın, belki de hafif bir gülümsemeyle okuyacaksın bu yazdıklarımı. Öyle veya böyle bir doğum gününü daha kutlamayı becerememiş olacağım işte. Her şeyi elime yüzüme bulaştırdığım gibi bu işi de bulaştıracağım her yerime.


Peki söylesene, bir doğum günü bile kutlamayı beceremeyen bu adamı sevmeye devam edecek misin?


           Tüm saçmalıklarımla kabul edecek misin beni? Bir gün tak edecek mi canına ya da gelecek mi burana kadar? Eğer gelirse öyle kara bir gün benim gibi uzatma lafı olur mu? Tek bir cümlede bitir ki işimi, sayfalar boyunca devam etmesin ıstırabım. Bir cümlede vur ki yüzüme her şeyi, kabullenebileyim bittiğini…


           Ama neden böyle hüzünlendim ki ben? Durduk yerde saçmaladıklarıma bir

bakar mısın? Gerçi hep de böyle oluyor; ne zaman uzatsam bir şeyleri, bir hüzün kaplıyor içimi, karamsarlaşıyorum gittikçe. Yine de aklının bir kenarında olsun bu yazdıklarım. Şunu da bil ki ne olursa olsun ne yaşarsak yaşayalım hep güzel hatırlayacağım seni, söz veriyorum. Niye böyle şeylerden bahsettiğimi de soracak olursan eğer, biliyorsun ki, ayrılık da sevdaya dâhil demiş şair. Ayrıca çok da teşekkür ederim sana; beni büyüttüğün için, yeri geldiğinde durdurduğun yeri geldiğinde de cesaretlendirdiğin için teşekkür ederim. Emekleye emekleye yaşayıp gittiğim şu hayatta en azından yürümem için zorladığın, sen koşa koşa giderken sırf benim için yavaşladığın ve yanımda yürüdüğün için de… teşekkür ederim…

 


           Bak görüyor musun, yine nerelere aldım getirdim konuyu. Şöyle bir okuyayım dedim yazdıklarımı da söylemek istediklerim dışında bir ton şeyden bahsetmişim yine. O nefret ettiğin sarı apartmandan bile bahsetmişim, kızacağını bile bile. Sahi, bir ara uğramak lâzım oraya. Harabeye dönmüş iyice, ha yıkıldı ha yıkılacak diyorlar. Orada neyin kaldıysa toplayıp gelmek lazım. Neyse neyse neyse… Yine sapıtmaya başlıyorum. Silsem… Yeniden yazayım desem biliyorum ki aynı şeyleri geveleyip duracağım; belki bir iki kelime değiştireceğim, birkaç cümle ekleyip çıkaracağım ama aynı şeylerin lacivertini yazacağım. O yüzden olduğu gibi kalsın böyle. Daha fazla uzatıp başka konulara da geçmeyeyim artık. Bir yerde durmak lazım ne de olsa.


           Hem sana yakalanma ihtimalim de artıyor dakikalar geçtikçe. Nereye kayboldu bu adam, bir gitti de gelmek bilmedi diye rahat koltuğundan kalkıp beni böyle önümde kâğıtlar, elimde kalem ve paketlenmeyi bekleyen bir hediyeyle basma ihtimalinden de korkuyorum deli gibi… Tamam! Toparlıyorum o zaman tüm bu yazdıklarımı ve hemen geliyorum yanına. Kurt gibi de acıktım zaten. Hem, seni düşünüp yazarken, ne yalan söyleyeyim, dibimde olmana da rağmen, çok özledim seni… Evet, ne diyordum ben? Yazdıklarımı toparlayıp sadede geliyordum değil mi? O zaman gelelim sadede:


           “Doğum günün kutlu olsun!”