Akşamın erken inen kış karanlığında acele adımlarla otobüs durağına yürüyorum. Yorgunum, üşüyorum üstelik acıkmışım da. Uzun ve yorucu geçen bir günü daha devirmenin rahatlığını duyumsamak, şöyle ayaklarımı uzatıp dinlenirken çayımı içip, sigaramı keyifle tüttürmek için sabırsızlanıyorum.

Bu akşam hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeye üzülmeden geçmeli uykusuz geçen onca geceye, göz altlarımdaki şişliklere inat.

Nihayet duraktayım. Tabii her zamanki gibi kalabalık kuyruk oluşturmuş. Olsun, otobüs boş gelirse oturma ihtimalim var yine de. 

İnsanlar sıkı sıkı sarınıp bürünmüşler. Hiçbiri diğerinin yüzüne bakmıyor, gözler yerlerde sanki bir şey kaybetmiş de arıyor gibi. Kimbilir, belki gerçekten arıyorlardır kendilerini, geçmişlerini, bugünlerini, yarınlarını. Kaybetmek istemeyip de ne varsa yitirdiklerini…

O sıra bir kadına takılıyor gözüm benden iki sıra önde duran. Ufak tefek, narin, iri kahverengi gözleri var. Omuzlarına inen saçları, sert rüzgâra karşı koyamayıp dalgalanıyor. Tıpkı insanın elinden kayıp giden, bir türlü gerçekleşmeyen hayalleri gibi bir o yana, bir bu yana uçuşuyor. Zayıf bedenini sarmalayan mantonun içinde o kadar savunmasız görünüyor ki.

Dikkatimi çekmişti bu genç kadın. Ne olduğunu anlayamadığım bir merak duygusu, inceleme isteği bakışlarımı çevirmeme engel oluyordu. 

Sadece o ve ben vardık durakta artık. Bir de insanın içine işleyen poyrazın keskin ve acı soğuğu.

Sonunda otobüs geldi. İyi, boş sayılır, en azından ayakta gitmeyeceğiz. Yorgunken hiç çekilmiyor doğrusu tıkış tıkış bir otobüste üstelik de ayakta gitmek. Kapısı açılan otobüse aceleyle binmeye başladık birer birer. Gözlerim kadındaydı. Ücretini ödeyip karşılıklı koltukların birine oturdu. Parayı verdikten sonra ben de kadının karşısındaki boş koltuğa oturdum.

Kadın sessiz, dalgın ve durgundu. Otobüsün aydınlık ışığında tüm yüz hatlarını görebiliyordum. Genç sayılırdı, otuz beşinde var ya da yoktu. Güzeldi; masum ve kırılgan bir güzelliği vardı.

Derken telefonu çaldı. Panik içinde çantasından telefonunu çıkarıp  açtı. Telaşlı ve titrek sesiyle “Geliyorum, otobüsteyim… Ama… Şey… Otobüsü çok bekledim, geç kalmak istemezdim…” gibilerinden korkak bir ses tonuyla aceleyle bir şeyler geveledi. Ve kalakaldı bir an. Belli ki telefon yüzüne kapanmıştı. 

İyiden iyiye merakımı çekmişti artık. En ufak hareketini, mimiğini bile kaçırmamak için  âdeta yüzüne kilitlemiştim bakışlarımı. Birden başını kaldırdı, göz göze geldik. Acı vardı bakışlarında, çok derin bir acı. Saklamaya çalışmadığı, saklamayı başaramayacağı… O bakışları asla unutamam! Unutmayacağım, unutmamalıyım.

O kadar belliydi ki yaşama ayak uydurmakta zorlandığı, yine de kırılgan, naif elleriyle tutmaya çalıştığı hayatı bir ucundan. Bunu, göz pınarlarında biriken yaşlarına inat dudaklarını ısırışından anladım.

Tekrar göz göze geldik, gülümsemeye çalıştı belli belirsiz. 

Hayatım boyunca, iri gözlerinden bütün bedenine yayılarak üzerine yapışıp kalan tedirginliğini, gülümsemeye çabalarken sanki ağlamak ayıpmış gibi dudaklarını ısırışını tekrar tekrar izlenen bir film gibi çok görmüştüm. Artık hiç kimsenin gözlerine direkt bakmayışından anlıyorum kırılganlığını, hayata kaçaklığını, kendini kuytulara kaçırışını…

O kadar çok kadını görüyordum ki onun gözlerinde ve ne kadar çok kadının yara izleri

var yorgun yüreğinde…

Annem var örneğin  en önde duruyor. Omuzları çökmüş, yenilmiş saçlarına kadar… Elinde nefes açıcı ilacıyla bir an daha fazla yaşamak için çabalıyor. Hâlâ üzerinden kocasının alkol kokusu gitmemiş. 

Sağında Nuriye Teyze var. Yıllardır kanıyor yarası ve o artık akan kanını silmiyor bile. Bırakmış akıp giden gözyaşlarıyla birlikte. Artık saklayamayacak kadar canını acıtıyor çünkü. 

Çocuğu olmadığı için yıllarca suçlanmış, hakarete uğramış, dayak yemişti Nuriye Teyze. Adı “Kısır gelin”di. 

Arkada yengem, sırtı dönük ve hançerli, elinde antidepresanlarla bomboş bakıyor ufka. Halamın oğlu (kocası) alıp başını gideli beri bir kadının peşinden, kimseyle konuşmaz, yemez içmez olmuştu. O gün bugündür haplarla geçmişini unutmaya, beynini uyuşturmaya çabalıyor. 

Ali’nin annesi şuradaki de. Şu dizlerinin üzerine çökmüş olan. “Beri bak, bundan kelli bu ne derse o olcek, annadın mı?” demişti üç çocuktan sonra üzerine kuma getiren kocası hain sesiyle. Yıllardır yediği dayak da tuzu biberiydi üstelik. Kumasıyla göz göze gelememiş, utanarak başını öne eğmişti. Kırılan gururunu onaracak hiçbir şeyin olmadığını bilerek yaşamak kimbilir nasıl ağır gelmiştir.

Selma Halam, yediği dayaklardan delirmeden kocasını kaybettiği için şanslı mıydı bilinmez. 

Aralarda tanımadığım o kadar çok kadın var ki. Kiminin gözleri yerde, kiminin eteğinde bir çocuk eli. Kimi dudaklarını kanatmış ısırmaktan, kimi de bir erkeğin ardından daldırmış bakışlarını boşluğa...

İşte orada yatan da şiddetin yaşamına mal olduğu Hayriye. Onca dayak, tehdit karşısında bir türlü korunamayan, çocuklarının gözleri önünde kocası tarafından çiçeklerin tomurcuğa durduğu, filizlerin sürgün verdiği mevsimde yaşamına son

verilen Hayriye… 

Ve en arkada ben. Kendinden kaçak, kuytulara firari…

Fren sesiyle sarsıldı otobüs. Karşılıklı birbirimize doğru gidip geldik kadınla ve bir kez

daha gözlerimiz birleşti. Bu kez daha uzundu süre. Hatta o kadar uzundu ki bir ömrü paylaştık sanki konuşmadan. Sadece gözlerdeydi bir ucundan tutuldukça sökülen sözcükler. Kadın olmanın dayanılmaz ağırlığıyla sustuk birbirimizi anlayarak.

Ninelerimiz, analarımız, bacılarımız, yengelerimiz, komşularımız ve daha niceleri, nice tanımadığımız kadın ve onların iç yakan, yürek burkan acıları vardı kendi yaralarımızın üzerine tuz biber olan. Ben zor da olsa patlatmıştım çıbanı, irinleri akmakta olsa da hâlâ…

Sağalacaktı elbet yaralar bir gün. Şarkıdaki gibi olacak aynı. “Ağladıkça bozkırlar yeşerecek, ağladıkça güneşi tutacağız görecek, göreceksin.”

“Adım Figen.” dedim kadına gülümseyerek ve elimi uzattım. Bir an durakladıktan sonra “Benimki de Elif.” dedi. “Çalışıyorsun sanırım.”, dedim, “Evet, bir temizlik firmasında çalışıyorum, ya siz?” dedi. “Ben de bir avukatlık bürosunda çalışıyorum.” dedim. “Evli misin?” diye sorduğumda gözleri bulutlandı, başını öne eğdi. Ona doğru eğilerek sessizce, “Sorununu tahmin edebiliyorum. İstersen bir öğlen bizim büroya

gel, hem yemek yer hem sohbet ederiz.” dedim. 

“Bilemiyorum ki, nasıl olur?”

“Hatta yarın gel, dur sana adresi vereyim.” Çantamdan kalem kâğıt çıkarıp adresi yazdım ve Elif’e verdim. “Mutlaka bekliyorum.” dedim. 

“Tamam, geleceğim.“ dedi.

Sustuk. Bir umut yeşermişti Elif’e dair içimde. Gelmesinin iyi olacağını, onun hayatında bir dönüm noktası oluşturacağını hissediyordum içten içe. Vazgeçmemesini dileyerek dışarıyı seyretmeye koyuldum. Zaten ineceğim durağa da

az kalmıştı. “Benim inmem gerek, bekliyorum yarın, hoşça kal.” diyerek koltuktan kalkıp orta kapıya doğru yürüdüm.

Otobüsten indiğimde poyrazın keskin tokadı yüzüme yüzüme vurunca ürperdim. Hem

yol boyu hissettiklerimden (yaşamıma girmiş kadınların öykülerinin ne yazık ki sıradanlığından ve de aslında sıra dışılığından) hem Elif’in üzerimde bıraktığı etkiden hem de tenimi acıtan soğuktan.

Hızlı hızlı yürümeye başladım. Çocuklarım gelmiş olmalıydı, annem de bekliyordur. Eve girdiğimde tahmin ettiğim gibi ev halkı gelmiş, sofra hazırlanmış, anne (yani ben) beklenmekteydi.

Yavrularım benim. Hayatımın anlamları, yaşamlarında esecek soğuk ve sert rüzgârlara karşı dayanıklı, dirayetli olmalarını dilediğim canlarım. İyi ki varsınız.

Yemek sakin geçti. Herkes yorgundu ve üşümüştü gün boyu. O yüzden çok konuşmadık.

Zaten aklım başka yerdeydi. Düşünüyordum, üzülüyordum. Kader deyip yaşamlarındaki tüm olumsuzlukları sineye çekenleri, çekmekte olanları ve daha da çekecek olanları düşündükçe üzüntüm katlanarak artıyordu. 

Elif fena çarpmıştı beni kırılganlığı, naifliği, iri kahverengi gözleriyle. Kimbilir belki de kendimdim Elif’te gördüğüm.

Üzülmeliydim tabii, üzülmeliydik teker teker ve hepimiz. Ama artık üzülmenin ötesinde bir şeyler yapmalıydık. Geminin üçüncü sınıf yolcuları olmamalıydık. Kadın

kadın, birey birey topluma karışmalı, söz sahibi olmalı, “Ben de varım.” diyebilmeliydik.

Ben yerine biz olmanın çoşkusuyla yaşama daha farklı bakmaya başlamıştım Elif sayesinde. Belki bana da benim Elif’e bakarken hissettiklerimi hissederek bakan kadınlar olmuştu ama sadece bakmakla kalmışlardı. Sonuçta ben kendi çıbanımı kendim patlatmıştım kangrene dönüşmeden. Belki kendi farklılığımı yaratmıştım geç de olsa. Ama yetmezdi, yetmemeliydi. Daha o kadar çok yolum vardı ki kendim, çocuklarım ve  fark ettiğim tüm kadınlar için. 

Bu düşüncelerle yatağıma uzandığımda içimde yaşanmışlıkların acı burukluğu ile karışık bir umut ve coşku vardı. Tüm haksızlıklara, eğitimsizliğe, sömürülmeye, insanlık dışı olan her şeye karşı bir damla da olsa su olmak istiyordum ferahlatma, temizleme adına…