Yürüyorum bu şehirde usulca, acele etmeden; sırtımda içine dünyaları sığdırdığım çantam, kafamda binbir sual. Manzarası güzel bir yere gitmeliyim; ağaçların olduğu, kuşların özgürce uçtuğu, aşıkların toplandığı bir yere gitmeliyim. Bombaların patlamadığı, Nazımların sevdiklerine ölmeden kavuştuğu, çocukların boyundan büyük dertleri olmadığı, babalara sadece çalışma görevinin verilmediği, emir verilmeyen, her şeyin rica ile yapıldığı yerlere, yani çok uzaklara gitmeliyim yahut yeni bir kıta keşfetmeliyim. İçinde sadece nasılsın, bir derdin var mı sorularının sorulduğu; kim olduğu, nereden geldiği, ne içtiği, ne yediği, ne giydiği, neye inandığı suallerinin sorulmadığı bir yer; ormanları yakılmayan, hayvanları aç kalmayan, herkesin birbirine güldüğü, ağlamanın, ağlatmanın yasak olduğu bir yer. Var mı böyle bir yer, olacak mı bilinmez, tanrıya sormalı. Olursa böyle bir yer, buranın gülümseme bakanı ben olmalıyım. Gülmek en çok bana yakışıyor, en çok ben hak ediyorum gülmeyi; Nazım'ın yerine gülmek, tüm şairlerin yerine, Vera'nın yerine, Tomris'in yerine, bir harfini kaybeden Süreya'nın yerine, genç yaşta ölen sürmeli Barış'ın yerine, ağlayan tüm çocukların yerine, emekçi babaların, evde dizini kırıp oturan annelerin yerine.
Bana hiç gülmeyen babamın, her telefonda ağlayan annem yerine. Güleceğim tüm insan olanların, insan kalmayı başarabilenlerin, çocuk gibi kalanların yerine güleceğim, söz veriyorum.
Zifiri karanlık yollardan geçiyorum, elimde babadan kalan bir kitap, altıncı parmağım olan sigaram ve ben, yürüyoruz bir meçhule. Çıkar mı acep bu yolun sonu aydınlığa, atar mıyız bu dertleri uçurumdan aşağı kendi bedenimizi atmak yerine? Yine kulaklığım kulağımda, bir şarkı çalıyor.