birinci sayfa -


şimdi bu yosun kokusuyla karışık eskiye ve bugüne dair bazı değersiz hatıraların canlandığı limanda kendimi dinliyorum.

dayanılmazı dayanılır kılan birkaç küçük avuntudan başka ne var ki elimde? dünle sarmaşık, tuhaf anlamsız güçsüzlüğüne alışkın sezgilerin kol gezindiği bu küçük sahil kasabasında, yalnızlığa dair öğrendiğim her şeyin aslında sadece bazı gereksiz ayrıntılardan ibaret olduğunu anlıyorum.

gökteki bu iştahsız hava solunduğunda ciğerde nikotin gibi bir tat bırakan bu sessizlik, mutsuzluğun köşe bucak kazındığı bu sokakları aşkla kutsayabilir mi?

bu manasız karmaşanın üstüne başka bir mana katabilir mi?

şimdilik bilmiyorum...

küçük kasabalara giden ince toprak yollara serpilmiş ölü çiçekler ve akşamüstü güneşini hayatın hep kıyısında kalan küçük gemiler gibi denizden korkarak büyümüş çocuklara benzetiyorum.

büyüdükçe biz, daralıyor sanki dünya.

iğnenin ucundaki ip, bir noktanın ağırlığı, sayfada kirlenen başlık ve hep ismini sayıklıyorum sandığım lacivert renkli sanduka...

o büsbütün yemyeşil ovalara, mum gibi sıralı dikilmiş büyük ince çınar ağaçlarının rüzgarla birlikte söylediği şarkılara ve hep ilk mısrasını unuttuğum, evet, o şiir: kasabaya giden yoldaki ölü çiçekler kadar üzüntü veriyor şimdi düşününce...

şimdi düşününce bütün bildiklerimin bir yanılsama, bir sanı olduğunu fark ediyorum.

on yıl kadar önce emin olduğum her şeyden şimdi fena halde şüpheliyim. on yıl kadar önce eğer o inandıklarım ve taşıdığım düşünceler ile birlikte ölsem yarım kalmış olmayacak mıydı hikayem?

1968'de ölenlerin tamamlanmamış hikayeleri yok mu?

söyleyecek başka şeyleri, değiştirecek fikirleri.

on yıl kadar önce aşık olduğum kadın peki nerde şimdi? "sen olmazsan yaşayamam, ölürüm." diyen gözlerinden benzer bir hüzün taşan o kadın.

yaşadı, ölmedi yemin ederim.


bazı sabahların ağırlığı, bazı gecelerin ağırlığı, dahası bütün bir hayatın; bir yük, bir ağırlık gibi omuzlarımızda ya da ayak bileklerimizde sürüklendiği, uyanmak ya da uyumak için (kaçmak mı demeliydim) çırpındığımız (insan çırpınarak ölürdü değil mi?) günleri birer birer anımsıyorum. yalnızlığın ödül sanıldığı saatlerdi onlar. hep az sonra bir şey olacak ve her şey yoluna girecek diye beklentiyle geçiyordu o anlar. hayat kırıklığının bütün kırılmış hayallerin toplamı olduğu öğrendim bütün o sabahların ve gecelerin sonunda.

geçmişi düşünmenin acayip taraflarından biri hiçbir şeyin değişmeyeceği gerçeği. içimizde bir yolculuğa çıkmanın cesaretini bulamadığımızdan olsa gerek başka yerlere yolculuk ile avutuyorduk kendimizi.


küçük sahil kasabasında yaşanan küçük sahici hayatların biz kentten kaçmış insancıklara huzur getirdiğini sanarak harcıyorduk bütün paramızı. harcadıkça daha çok dinginleşeceğimizi, harcamazsak seyirci olarak kalacağımızı düşünüyorduk. "sahneye çıkmalı!" diye bağırırdım içimden.

sahneye diyorum domuzcuklar!

...