Herkesin ellerini sık sık yıkadığı, nefesini başka nefeslerden koruduğu bir zamandan geçiyoruz. Her şeyi yıkıyoruz; elimizi, yüzümüzü... Yetmiyor, üstüne bir güzel kolonya boca ediyoruz sonra. Fakat yıkanmıyor artık insanın vicdanı, üstüne dökse de dünyanın suyunu. Artık daha keskinleşti yoksulluk. Yoksulluk önceden ayaklarımızda, nasırlaşan ellerimizdeydi. Şimdi ise hiç kuşkusuz daha içimizde, kendimiz ile olan mesafemizde, insan ile insanın arasında… Bir flamingo talihsizliği taşıyor bu zamanlar. Bir çocuğun travmalı resmini. Ve insan etrafını evcilleştirmeye başladığından beri ayrı bir vahşileşti. Bir kadının boğazı kesik “Ölmek istemiyorum.” son sözleri. Bıçaklar erk zihniyetin elinde daha keskinleşti! Sahi, hangi temizlik ürünü ile yıkasa insan içini, kaplamış irinini temizleyebilir? Bizi esir eden şey hastalıklar mıydı? Yoksa zaten herkes razı mıydı bu duruma?! Öleceksek kendimize olan mesafemizle zamana yayılarak ölüyorduk. Önce kendi iklimimizi çöl yaptık, zihinler çöp dolu. Kim konuşsa atık dolu, artık ağzı… Kendi içimizin çölü kuruttu yeryüzünü. Diyorum ki bir flamingo çaresizliği bu zamanlar. Önceden yağmur suları yatağında nasıl gidiyorsa öyle gidiyor aslında şimdi arabalar, evler, insanlar. Yağmura çocukça değil de hüzünce seviniyoruz.

Ellerimizi haddinden fazla, içimizi ise hiç yıkamadığımız o zamanlarımıza artık sık uğramıyoruz.

Ve yağmuru beklediğim bir bulut günde, aşk ve umut yağsın istiyorum... Nefesimizi korumadan karışalım karışacaksak şu suya hasret toprağa. Dudaklarım kupkuru bekliyorum değsin diye. İnsan değsin artık kendine! Ama böyle pervasızca değmesin dünyaya. Yağmur başladı, kedi sığındı, çocuklar koştu evlerine. Ben bekliyorum flamingoların talihsizliği ile birlikte. Bu yazı, bu yağmur, elime değil içime yağsın diye.