''Aşkın şarabından bir katre dudağına sürülen, sevda ateşinden bir parça kor yüreğine düşen herkes kendini Mecnun'a yoldaş sanırmış da; Ferhat'a dağlar nasıl delinir, sevdiğin uğruna bir can değil bin can nasıl verilir öğretmek istermiş.''

Aşk, sevda ne güzel şeydir. Sevdalanmak ne güzel şeydir. Tarifi edilmez, kelimelere dökülmez, yaşamadıkça bilinmez bir şeydir. Kavuşmak muştusuna erişmek sarar her sevdalı yüreği ve kiminin nasibine (kendi gönlünce) Binbir Gece Masalları'ndaki gibi kırk gün kırk gece düğünler düşer, kimineyse dillere destan olmak, aşkın ateşinde yana yana kavrulmak...

Kâinat gecenin simsiyah örtüsüne bürünmüş uyuyorken dertsiz, tasasız. Başıboş düşüncelerin birbirlerine meydan dayağı attığı salkım saçak rüyalar sinmişti dimağlara. Kimsenin çıtı çıkmıyordu ve sessiz bir koro geceye eşlik ediyordu.

Uykusuz geçen gecenin şafağına erişmek için nedensiz bir bekleyişin içindeydi. Nedenini sorgulama gücünü ne kendinde bulabilen ne de bu yükü kaldırabileceğine inanan biriydi o. Zayıftı, ürkekti, belki de sadece beklemekten başka ne yapabileceğini bilmeyen biriydi. Bekliyordu sadece, zamanın akıp geçmesini usul usul ve alıp götürmesini, birer birer bütün hislerini. Ancak geçen her saniye bir akrep misali zehrini akıtmaktan öte gidemiyordu. Yüreğini dağlıyordu anbean düşünceler, beklemeler ve çaresizlikler.

Sevmişti bir kere, sever olmuştu işte o kopasıca yüreği. Nasıl olmuştu, kendisi de bir türlü bilememişti. O gün o yerde bir çift manalı bakışın kurbanı olmuştu sanki. İyiden iyiye eriyip gitmişti, kaybolmuştu gözden ve güneşin ışıkları yüzüne vururken bir toz zerresinden farksız olmuştu benliği. İnsan bu hisse nasıl kapılır ya da nasıl farkına varır diye düşünmeye vakti bile olmamıştı. Ay prensesinden gelen bir mavi gül tohumu ekilmişti yüreğine ansızın.

''Hayy'dan gelen Hû'ya gider'' der dururdu. Bir garipti yapayalnız, kimseyi umursamadan yaşayan. Hayatı ardına bakmadan ve bir yerlere varmaya çabalamadan yaşıyordu. Yaşarken bakmıyordu, düşünmüyordu ve geleceğin bilinmezliğine kendini hazırlamaya çabalamıyordu. Elbet bir gün gelecek olan sonun, ruhuna huzur veren dinginliği içinde akıp gidiyordu yaşamı. Ancak birden ansızın gelen ve ruhunu delip geçen bir çift bakışla alt üst olmuştu yaşantısı. Hazırlıksız yakalanmıştı, habersiz bırakılmıştı, kalakalmıştı oracıkta. Zaman durmuştu, geçmişle gelecek bir olmuştu ve  ne bir adım öne ne bir adım arkaya; varlık namına her şey o manalı gözlere hapsolmuştu.

Ne yapacağını bilemez haldeydi o zamandan beri. Ne menem bir duyguydu ki bu kimseye söylemiyor, haline tercüman olacak bir şey bulamıyordu. Sadece yüreğinde gitgide büyüyen mavi gülün, karşı konulmaz kokusunu ruhunun derinliklerine çekip duruyordu.

Sebebi aşktı işte uykusuz gecelerin, biçare bekleyişlerin. Zaman anlamını yitirmişti, çünkü o anı yaşatmak güdüsündeydi zihni. Gecenin getirdiği karanlığın bütün ihtişamına rağmen isyankâr bir tavırla parlayan yıldızların ve ayın hayalini beslemesini umuyordu. Ay'dan gelen mavi ışıkların ruhundaki yansımalarıyla mavi gülünü büyütüyordu, o gözlerin sahibesinin gök kubbeyi kuşatan serabını seyre dalarken.

Artık kabına sığamaz olmuştu yüreği. Her gece gök kubbenin derinliklerinde sevdiğini arar olmuş, gündüzün rüyalarında sevdiğine bakar olmuştu. Aradan ne kadar zaman geçmişti bilemez olmuştu, ta ki o günden beri zamandan bîhaber olmuştu. Her geçen saniye içindeki ateşin alevlenmesinden başka bir işe yaramıyordu. Bir şeyler yapması gerektiğine inanıyor ama ne zaman ve nasıl harekete geçeceğini bilemiyordu. Hem kafası allak bullak olmuştu zaten. Nerede kaybetmişti ki yüreğini? Öyle bir yer var mıydı gerçekten? Yoksa kendisi bir peri kızına mı âşık olmuştu? Olmaza mı sevdalanmıştı yüreği? Düşündükçe vücudu titriyor, bir çıkar yol bulamamanın ümitsizliğiyle kıvranıyordu bütün bedeni. Çaresizlik bir karabasan gibi çökmüştü üstüne. Gitgide büyüyen karanlık, bir kara delik misali içine çekip yok etmek üzereydi bütün umutlarını.

Gölgelerin içinde bir ışık, nuranî bir parıldayış... Gülistanın merkezinden gelen tarifsiz güzellikteki bir koku... Ve bir çiçek gözlerini mavinin derinliklerinde açmaya çalışan. Gülünü, gül yüzünü göstermeye, bütün bu olumsuzluklara rağmen kalbin payitahtındaki o enfes bahçede yeşermeye başlamıştı. Bir çare bulunmuş muydu? Âşık maşukuna erişilebilecek miydi yoksa? O cilvebazın hasreti son bulacak mıydı, yana yana kavrulan bu yürekte? Belli ki zamana erişilmişti, arayışa geçilmeliydi artık. Küre-i arz'da varsa bulunmalıydı, aksi halde bu can maşuk yolunda yanarak kül olmalıydı.

'Ey Konstantinopol'ün güzel kızı, o güzel yüzünü tekrar görebilecek miyim? O derunî bakışlara bir daha mazhar olabilecek mi bu biçare gönlüm? Acep sen de karşılığını bulabilecek mi bu sevdalı yüreğim? Sana varabilecek miyim, seni bulabilecek miyim? İçer olduğum aşk şarabından bir katrecik olsun dudağına sürebilecek miyim? Sevdanla büyüttüğüm mavi gülümü aşkıma şahit olarak sana sunabilecek miyim?'

Yine bir akşam vaktiydi, mehtabın ışığıyla yol buluyordu sevdalı gönüller. Konstantinapol'de herkes evlerine çekilmiş, rüyaların membaına yolculuk yapıyordu. Sokaktaki hayvanlar bile geceden umudunu kesmiş, inler cinler top oynamaktan vazgeçmişti. İşte böyle bir gecede Haliç'in kıyısından Aziz Demetrios Burnu'na yürürken sessiz sedasız, kafasından bir türlü uzaklaştıramıyordu bu düşünceleri. Yüreği her an bir umutla çarpıyor, ancak merkezine vakıf olamadığı yerlerden gelen vesveseler onu azar azar umutsuzluğun pençesine bırakıyordu. Arıyordu, soruyordu ama en ufak bir ipucu dahi bulamıyordu. Günler geceler olmuştu, aramaktaydı hâlâ, taşa toprağa sevdasını sorar olmuş kendini asırlık çınarlardan medet umar bulmuştu.

Saatler geçmişti aradan, kâh dalıp mehtabın ışığında parıldayan suları seyrediyor, kâh varacağı noktayı umursamadan fütursuz bir şekilde yürüyordu. Can usanmaz belki ama beden yorulur elbet. Dermanı kalmamıştı ayaklarının ve yürüyüşü iyiden iyiye zorlaşmıştı. Nefsin de insanoğlu üzerinde hakkı vardı. Bir müddet oturup dinlenmek geçti içinden. Bir ağaç dibi bulup kıvrılıverdi hemen. Yorgunluk bir zamk gibi yapışmıştı bedenine ve uykunun kollarına usul usul bırakıverdi kendini, asırlara direnmiş ihtiyar bedeniyle hala insanoğluna kol kanat germekten geri durmayan koca bir çınarın meraklı bakışları altında olduğundan habersiz.

Rüyalar bilinçaltımızın birer uzantısı mıdır yoksa hakikatle bağlantısı bir yerlerden var  mıdır? Herkes rüya görebilir mi yoksa rüya görmek bazı insanlara yaratıcı tarafından verilen bir lütuf mudur? Peki ya hala rüya görmediğimizi yahut rüyada olmadığımızı nasıl anlarız?

Birden kulaklarına dolan bir uğultuyla gözlerini açtı. Mahur gözlerle çevresinde olan biteni kavramaya çalışıyordu. Tepesinde bir şeyler olup bitiyordu. Boğazın sakin sularından gelen fısıltılar derinlerden gelen garip bir sesle bütünleşiyordu. Gözlerinin önünde bir şeyler uçuşuyor, sanki birileri tarafından izleniyordu. Havada ne bir rüzgâr, ne bir yağmur ne de bir bulut vardı. Peki, neydi bu curcunanın nedeni; gözlerinin önünde bir yukarı bir aşağı giden şeyler neydi? Anlayamıyordu ve kafası iyice karışmaya başlamıştı. Belki de zihni ona birtakım oyunlar oynuyordu.


Elleriyle gözlerini iyice ovuşturdu ve kollarını kocaman açarak derin derin esnedi. Her tarafı uyuşmuştu, sorsan bir yüzyıl burada uyumuştu. Sakince kalktı olduğu yerden ve iki adım ötedeki sulara doğru yürüdü. Gariptir ki zaman durmuştu sanki ve her şey uykudan evvelki gibi geliyordu ona. Başını kaldırıp mehtaba döndü yüzünü ve kalakaldı.

‘Ey biçare gönül söyle maksadın nedir? Gündüzleri rüyalar âleminde, geceleri varlık âleminde arayışının sırrı nedir? Seni böyle deli divane eden, ins-ü cinin diline düşüren sebep nedir? Her gece mehtaba dalarak kalbinde büyütmeye çalıştığın mavinin sırrı nedir?

Masmavi ışık huzmelerinin arasından tasavvuru yapılamayan bir varlık büyüleyici bir sesle konuşuyor ve her cümlesinde onu etkisi altına alıyordu. Kalbinin derinliklerinden gelen bir kokuyla, bedeni anbean sarsılıyor iyiden iyiye kendinden geçiyordu. ‘Aşk!’ diyebildi cılız bir sesle ve bütün takati kesiliverdi olduğu yerde. Ruhu bedeninden çekiliyordu sanki. Göğsünde bir çiçek büyüyor, büyüdükçe etrafı görünmez kılıyordu. Büyüdü, büyüdü, büyüdü ve…


Bir anda korkuyla uyandı. Neler olmuştu öyle? Vücudu zangır zangır titriyordu. Rüya değildi sanki yaşadıkları. Olanca hızıyla kendine bir tokat savurmuştu. Yanağının acısı kendine gelmesine yetmiyordu. Birden o da ne? Sağ avucunun elinde sımsıkı tuttuğu, kandamlalarıyla boyanan masmavi bir gül. Hayretler içerisindeydi, böyle bir çiçek nasıl olabilirdi? Ancak aynı anda üzerinden kalkan bir yükün hafifliğini de hissetmeye başlamıştı.

İçinden bir ses kalkmasını söylüyor, Ayasofya’ya gitmesi gerektiğini hissediyordu. Nedenini bilmiyordu ama o garip dürtü bir türlü dinmiyordu, sakinleşmiyordu. Ayağa kalkıp, çınarın altından çekildi. Ayasofya’ya döndü. ‘ Aramaktan usanmaz yüreğimde bir garip bahar havası eser oldu. Belki senin gövdende bulacağım sevdamı, ey gidi Ayasofya!’ diyerek yola koyuldu. Zihnindeki önü alınmaz sorular bu kez yoktu, sanki hepsi cevabını bulmuştu.

Sonunda varabilmişti. Çevresine bakınıyor, buraya gelmenin sebebini bulmaya çalışıyordu. Yoksa duygularına yenik düşmüş bedeni, kendini son bir çare buraya mı sürükler olmuştu. Bilemiyordu, ruhuna huzur veren dinginlik bütün bedenini kaplıyor, olumsuz bir düşünceye yer bırakmıyordu. Derken… Yüreğindeki sevda ateşini yakan, varlığıyla varlığını anlamlandıran, gündüzleri rüyalarda geceleri semalarda arayışının sebebi;  bir çift bakışıyla ciğerini dağlayan Konstantinopol’ün güzel kızı.

Ayaklarının bağı çözülmüş, dizlerinde derman kalmamıştı. Heyecandan kalp atışları hızlanmış, hükmedemez olmuştu bedenine. Hareket edecek takati kalmamıştı. Yavaştan dizlerinin üzerine çöktü; gönlündeki sevdayla büyüyüp şekillenen, al kanıyla renklenen mavi gülünü uzatıverdi.

Gök kubbe çatırdamaya başlamıştı. Yıldızlar birer çil yavrusu gibi dağılıyor, ay ışığını kaybederek kendini karanlığın haşmetli kollarına bırakıyordu. Gözün görebildiği her şey ufalanıyor, bir toz zerresi olup yok oluyordu ve bir ses gelmeye başlamıştı derinden ahenkle. ‘Uyan, ey maşukunu bekleyen âşık, uyan! Uyan, bu önü alınmaz rüyadan, uyan! Uyannn, uyann, uyan…’

Tarihi yarımadaya bakan pencere tarafı açık kalmıştı. Esen rüzgâr, odayı dolduruyordu usul usul ve güneş, âlemden elini eteğini çekmeye hazırlanıyordu. Pencerenin yanı başındaki masada açık bir kitap duruyordu gözyaşıyla sulanmış.

Başını kaldıramıyordu. Bir uyku mahmurluğu binmişti bedenine. Gerçekle hayaller arasında gelgitler yaşıyordu zihni. Gözlerinden anlamına vakıf olamadığı bir ıslaklık süzülüyordu kitabın sayfalarına doğru ve bir hasret duygusu göz kırpıyordu yüreğinin derinliklerine. Ne kadar zaman geçtiğini düşündü bir an ve kolundaki yıllanmış saatine baktı, ne garip on dakikadan fazla bir zaman geçmemişti. Hayret etti, sanki bir ömür yaşamış gibiydi. İrkildi birden çalan zilin gürültüsüyle. Doğrulmaya çalıştı hafiften ve kapıya doğru yöneldi. Her adımda kalp atışları hızlanıyor, tarifsiz bir heyecana kapılıyordu. Kapıyı açtığında duraksadı. Vücudunu anlamsız bir titreme almaya başlamıştı. Bu anı daha önce yaşamış mıydı? Kalbindeki yansımalar zihninde karşılığını bulamıyordu oysa. Yaşadığı duyguların altında ezilen ruhuna tercüman olmaya başlamalıydı dili. Bir daha kaybetmek istemiyordu çünkü sevdiğini. ‘ Gitme, bırakma beni yalnız başıma. Ayırma kendini, hasret bırakma varlığını ruhuma. Bu kalbin var olduğu günden bu yana seni, bir tek seni sevdiğini unutma. Canım, cananım, aşkım, Nevbahar’ım!’.  Kollarıyla sımsıkı sarmalamıştı eşini, dünyanın sonuna dek bir daha bırakmayacakmış gibi.

Aradan, yaklaşık on, on beş dakikalık bir zaman dilimi geçmişti. Kapı komşularından dönüyordu Nevbahar. Anlayamıyordu kocasının bu ruh haletini. Koridoru dolduran rüzgârın içine verdiği ürperti ve  batan güneşin hüzünlü bakışları eşliğinde uyum sağlamaya çalışıyordu sadece, suratına yayılan narin bir tebessümle