Bizim koğuş kalabalıktır. Yaşı geçkin, elinden otuz üçlüsü eksik olmayan eski mahalle reisleri, üç kuruş için adam vurabilecek bıçkın kopiller; kendini namaza, niyaza, zikre vermiş yarı deli, yarı akıllı müebbetlik ihtiyarlar, hırsızlar, arsızlar ve kader kurbanları… Koğuşu mahallesi bilen reisler, genelde biçimsiz yüzlerinin üzerindeki tekinsiz bakışları ile etrafı kolaçan eder; koğuşu, gözünde o çok sevdikleri, uğruna kan döktükleri mahalleleri, her ranzayı bir apartman, her mahpusu komşusu gibi görürlerdi. Hırgür çıkmazdı pek koğuşta. Çıktı mı da çok sürmezdi zaten. Eskilerin ''kıpti'' dediği, Çingene mahallesinin göz bebeği olan bıçkın çocuklarsa daha ana sütünün kokusunu unutmadan hırsızlığa, kapkaça ve türlü el hünerlerine hâkim olduklarından kış soğuğunu birkaç ay da olsa devlet babanın kucağında geçirmek isteyen gençlerdi. Bunlar öyle çok kalmaz; üç, bilemedin dört aya giderlerdi tezkeresi ellerinde. Biri tüm ailesini doğradığından, biri rüşvet isteyen zabıtaları delik deşik ettiğinden, biri ise sahte para işlerinden şimdilerde ağırlaştırılmış müebbet denen cezayı yatan, yaşı elliyi geçkin, eli doksan dokuzlu üç ihtiyar vardı bir de. Bunlar için hapishane Medrese-î Yusufîye idi. Beş vakte beş vakit daha ekleyebilecek kadar çok boş zamanı olan bu ihtiyarlar, namaz ve zikirden kalan vakitlerini bir köşeye çekilip birbirlerine daha önceden defalarca anlattıkları hikayelerini anlatarak geçirirlerdi. Bu üç kişilik mecliste dinleyen dikkatle dinler, anlatan ise ilk defa anlatıyor gibi iştahla anlatırdı. Günleri dolup bu dünyadan göçtüklerinde, mahpus kıptilere şimdilerde ettikleri gibi cennetin en alt katında da Yusufluk edeceklerdi. Bir de kader kurbanları derler bir grup vardı ki bunlar, çoğu yüzlerinden fesat akan amansız kapkaççılara, tecavüzcülere, kaçakçılara denirdi. Çoğu ağzı iyi laf yapan, beş dakika dinlesen kendisinin yeni doğmuş bir bebek kadar masum olduğuna ikna edebilecek adamlardı bunlar. Yeri gelmişken ben hangi gruptan mıyım? Anlatayım da siz karar verin.


Yirmili yaşlarının ortalarında, annesi küçükken terk ettiği için babasıyla yaşayan genç çocuktum. Uzun zamandır günde on iki saat bir tuğla fabrikasında çalışıyordum. Babam küçük tamirhanesinde İstanbul’a geldiğimizden beri radyo, telefon, televizyon gibi çeşit çeşit şeylerin tamiriyle uğraşıyordu. Sıradan bir yaşantımız vardı. Yorgun argın eve gelip yemeğimizi yiyip çayımızı içer, uyurduk. Ama benim için uyumak kolay bir iş değildi. Yıllardır birkaç ayda bir aynı kabusla uyanıyordum. Babamla birlikte köyümüzdeki kocaman dut ağacının altında çapa yapıyorduk. Babam koşarak yanıma gelip, elime kürek verip kazmamı istiyordu. Kollarım kopana kadar kazıyordum. Saatlerce kazdıktan sonra beni aşağı köye ekmek ve gazoz almaya gönderiyordu. Gözüme büyükçe bir çuval çarpıyordu. Aldırış etmeden köye iniyordum. Rüyalarımın hepsi de aşağı köye inerken uçurumdan yuvarlanmamla bitiyordu. Bir pazar günü uyuklarken tekrar bu kabusu görmüştüm. Bu sefer farklı bir ayrıntı gözüme çarptı. Çuvalın bir kısmında bir kızıl leke vardı. Bu kabustan uyandığımda kafaya koymuştum. Kabuslarımın sona ermesini istiyordum. Köye gidecek, o dut ağacının altını kazacaktım. Çantama üç beş parça kıyafet ve birkaç yüz lira para alıp ilk otobüsle yola çıktım. Yolda köylülerle karşılaştım. Babamı sordular. Uzun zamandır görmediklerini söyleyip selam iletmemi istediler. Geçiştirip yoluma devam ettim. O uzun ve dik yokuşu tırmanmak, ağustos sıcağında bir işkence olmuştu. Yıllarca oturduğumuz, çocukluğumuzun geçtiği evin harabeye benzer görüntüsünü görünce sebepsiz mutlu olmuştum. Evimizin mavi tahta kapısına baktım. Çocukluk anılarım soluk bir hayal gibi gözümün önünden geçiyor, anılarım tekrar tekrar beni selamlıyordu. Köyün azman köpeklerinden kaçarken kendimi attığım bu kırık kapı, şimdi de kabuslarımdan kaçarken karşıma çıkmıştı. Evin avlusunda bulduğum eski küreği alıp dut ağacının olduğu tarlaya yürümeye başladım. Isırgan otları, kevenler ve hiçbir zaman adını öğrenemediğim çeşitli yabani otlarla çevrilmiş bu eski yol, sadece kötü anılar çağrıştırıyordu. Tarlaya vardığımda, tarlanın ne rüyalarımdaki gibi ne de çocukluğumdaki gibi olduğunu gördüm. Yabani otlar her yeri çepeçevre sarmış, tarlayı uçsuz bucaksız bir bataklığa çevirmişti. Her şeye rağmen o koca dut ağacı çocukluğumdaki gibiydi. Dut ağacının altına yetişir yetişmez nereyi kazmam gerektiğini bildim. Durup dinlenmeden işe koyuldum. İlk önceleri kolayca kazdığım toprak, gittikçe beni zorluyordu. Kan ter içinde saatlerce durmadan kazdım. Gece, daha fazla dayanamayacağımı anlayıp dut ağacının altında uyudum.


Sabah güneş doğar doğmaz köyün çeşmesinden suyumu içip tekrar işe koyuldum. Sonradan öğrendim ki köylüler benim define bulduğumu sanıp jandarmaya haber vermiş. Ben kazmaya devam ederken jandarma tepemde bitti. Ne aradığımı sorduklarında bilmediğimi söyledim. ''Peki,'' dedi, ''kaz bakalım.'' Yaklaşık iki saat sonra her vurduğum kazma bir kemiğe çarpmaya başlayınca jandarma tarafından alıkondum, günlerce türlü işkenceler gördüm. Onuncu günün ardından salıverildim. Aradan tam yirmi bir yıl geçtiği için artık zaman aşımına uğrayan bu cinayetin işlendiği zamanlarda dokuz yaşımdaydım. Bunu yapanın kim olduğunu da gerçeklerimin tahrip ettiği rüyalarımda hala görüyordum. Salıverildiğim gün babamın tamirhanesinin yolunu tuttum. Konuşmasına fırsat vermeyecektim. Kapının eşiğinde bulduğum kaldırım taşını elime alıp içeriye daldım. İçeride uyuyordu. Son kez yüzüne baktım. 


Resim: Johann Heinrich Füssli - Kâbus