Mesaimin bitmesine yarım saat kala eski kız arkadaşım mesaj yazdı. Ortak bir arkadaşımız sonunda üniversiteden mezun olabilmişti, onun mezuniyetini kutlamak için Ankaraya gelip gelemeyeceğimi sordu. Mesai bitiminden bir saat sonra trene binmiştim bile. Ertesi gün için bir plan hazırlanmıştı. Akşamdan yola koyuldum. Bir süredir görüşmek isteyip de fırsat bulamadığım bir arkadaşımı da ziyaret edebilirdim böylelikle.

Bir buçuk saat sonra Ankaraya ulaştım. Tenden indim ve metroya doğru yürümeye başladım.


Muhtemelen uzun yıllar geçse de arada bir aklıma gelecek hoş bir an gerçekleşti beklenmeksizin.

Ulaşım kartına para yüklemek için otomata gittiğimde en az 20 lira yüklenebileceğini öğrendim ve benim yalnızca on lira nakdim vardı. Hemen arkamda zannımca ben yaşlarda bir kadın da aynı sorundan muzdaripti. Arkamı dönüp bozuk parası olup olmadığını sordum.

Maalesef dedi.

Ben kredi kartı ile geçmeyi deneyeceğim, eğer olur ise sizin yerinize de okutabilirim.

Kabul ettim.

Fakat başarısız bir denemeydi.

Bir süre sessizce birbirimize baktık.

İkimizin de soğuktan burnu kızarmıştı. Kendi burnumu göremesem de o soğukta kızarmış olduğunu varsayıyorum.

Ekoseli kaşkolu ile tüm yüzünü sarmalamış olsa da kadıncağızın yanakları ve burnu kıpkırmızı kesmişti.

Sonunda bu sessiz ve tuhaf sayılacak uzunlukta bakışmayı sonlandıracak bir soru sordu kadın;

Nereye gideceksiniz?

Kızılay, siz?

Ben de. İsterseniz beraber taksi ile geçebiliriz.

Olur.


Taksi durağına doğru yürürken birkaç tanışma sorusunun ardından birbirimizin zihninde bir portre çizdik birbirimize dair. O isimde daha önce ne bir arkadaşım ne de tanışık olduğum biri olmamıştı. Hoş bir ismi vardı. Bir üniversitede akademisyen imiş. Bir haftalığına Ankaraya gelmiş, o da pek sevmiyormuş Ankarayı benim gibi. Karşılıklı birkaç iş, güç sorusunun ardından durağa vardık ve bir taksiye atlayıp Kızılay'a doğru yola koyulduk. Huyumdur, sessizliğe bürünürüm arabayla bir yere giderken. Tek kelime etmeden yolu seyre dalmıştım. Kalabalığı ve o kalabalığın her bir paydaşının bir ağacın dalları gibi farklı yönlerde, farklı kimliklerde, farklı gayelerde benlikler olduğunu düşünedurdum. Herkesin bir noktada hemfikir olmasının imkansızlığı ve dünyaya her daim kaosun hükmedeceğini, bundan kurtulmanın ya da bunu biraz olsun değiştirebilmenin mümkün olamayacağını düşündüm. Bu dünya ile uyuşamıyor isem kendi izole dünyamı yaratmam gerektiğini düşündüm.


Vardığımızda ben daha kol çantamdan cüzdanımı çıkaramadan bana metro gişesinde teklif ettiği

"isterseniz sizin için de okutabirim" jestini gerçekleştirmiş oldu.


İnince nereye gideceğimi sordu. Yemek yiyeceğimi ve alışveriş yapacağımı söyledim. O ise evine gidecekti. Tesadüftür ki aynı güzergahta bir süre daha sohbet edebilecektik.


İçimden birlikte bir kahve içip içemeyeceğimiz teklifi geçse de bunun içimde kalması gerektiğini düşündüm.

Bu yanlış anlaşılabilir bir cüretkarlık olabilirdi. Taksi jesti ve buraya kadar bana eşlik etmesi beni oldukça mahcup hissettirmişti. Bu mahcubiyeti gidermek ve bir teşekkür mahiyetinde birkaç dakikalık da olsa bir kahve ile bu hoş rastlantıyı olabilecek en güzel son ile noktalamak istiyordum açıkçası.

Ama olmadı. Hayat.

Beni hayatında bir daha hiç görmeyecek birine karşı duyduğum bu mahcubiyet bana uzunca bir süre huzursuzluk verecek.


Ertesi gün, yani dün ise oldukça keyifli bir gündü. Uzunca zaman sonra sevdiğim insanlarla görüşebildim ve güzel vakit geçirdim. Haftaya yine davet ettiler. Söz vermedim fakat belki haftaya bir kez daha Bir Günlüğüne Ankara diyebilirim. Bir rastlantı beklentisi hissederim kesin içten içe. Alıkonulamaz bir dürtü bu. Ama olmayacağını da bilirim. Hayata dair emin olduğum birkaç gerçekten biri de bu. Hayat her zaman beklenmediktir. Hayaller, biz onlara bakmıyorken gerçek olur.