Günün ilk ışıkları falçata misali vururken yüzüne, yorganı kaldırıp atmıştı üzerinden. Az ötedeki caminin şadırvanında elini yüzünü yıkayıp kendine gelmeliydi İmran. Tüm cami cemaatiyle haşır neşir el sabununu köpürttü avcunun içinde. Sonrasında yüzüne ardı ardına çarptı suyu. Yavaş yavaş açılıyor ve günü kaygılarıyla beraber selamlıyordu. 

 

Tezgahını hazırlamak üzere koyuldu caminin kapısından dışarı. Tam okulun karşısına kuruyordu tezgahı. Müdüründen hademesine, hepsinin ayakkabılarını boyamıştı İmran. O yavşak müdür yardımcısı Halit hariç. Halit, ekmeğine taş doğruyordu İmran’ın, birkaç kez zabıtaya ihbar etmişliği bile vardı. Geçen ay zabıtalara gitmişti tezgah. Cami cemaatinden Hayri emmisi almıştı şimdiki tezgahı. Karşılığında İmran da beleşten boyuyordu onun ayakkabılarını. Hayri emmisinin bir de ricası vardı İmran’dan; namaza başlamasını istiyordu İmran’ın, hiç değilse cumalara gelsindi. Ama İmran, camiyi de okulu da bir görüyordu. İdeal olmayan bir dünyanın içinde yer alan, içlerinde kendilerince ideal dünyaların çizildiği, İmran’ın ideallerinden kopuk mekanlardı. Hayat, ne okulda ne de camide anlatılandı. Okulda iyilik, camide merhamet, okulda cömertlik, camide hayır popülerdi. Oysa İmran, gerçek dünyanın işleyişini henüz sekiz yaşındayken, babası beş aylık hamile annesini tepelerken görmüştü. Sonrasında da ölü doğumla tanışmıştı İmran, annesi düşük yaparken. El kadar mezara gömmüşlerdi kardeşini. 

 

Oysa kardeşine ad bile düşünmüştü, annesinden en çok duyduğu o kelimeyi verecekti kardeşine: İmdat! Bir çığlık mahiyetinde imdat, bir kurtuluş narası gibi, sanki duyacak birisi varmış gibi, bomboş gökyüzüne açılan eller gibi: İmdat. Şimdi çeyrek asrı devirmişti İmran. Uzun zaman olmuştu imdat demeyeli, medet ummayalı, ''kurtarın, yetişin'' çığlıklarına karşı kulaklarını müdafaa etmeyeli. 

 

Günlük şecere özeti de halloldu derken, tezgahın karşısında bir ekip otosu belirdi, erketeden Sami’ye GBT kontrolü yapıyorlardı. Hepsini tanırdı İmran ama otla çöple işi olmazdı. Hem Hayri’ye söz vermişti, helalden bulacaktı yolunu. Memurlardan biri geldi, sertçe vurdu tezgaha ayakkabısını, ''boya bakalım'' dedi. Ayakkabının kahverengi olduğunu, boyamayı bitirince anladı İmran. Beş kuruş bırakmadan gitmeye kalktı memur. 

 

İmran bunu fark etmedi ilkin, zira ters kelepçeyle bindiriyorlardı Sami’yi. Seslendi sonra: Ağabey, parası? Delirdi o anda polis, ''Zabıta çağırmadığıma şükredeceği yerde para istiyor hergele! Ver lan kimliğini!'' diye bağırdı sonra. ''Buyur abi'' diye çıkardı cebinden resmi silik kimliğini. ''Bunun sen olduğunu nereden bileceğiz, yürü bizimle şubeye.'' dedi polis. ''Ben bir şey yapmadım'' demeye kalktı ki İmran, polis çelmeyi takıp kelepçeledi anında. Ekip otosuna binerken gördü yazıyı: 155 Polis İmdat! Sami’yle göz göze geldiler ve güldü Sami. İmran ise tepkisizdi, aklı imdatta takılı kalmıştı. Sorulanları yanıtlamıyor, tüm küfürlere kayıtsız kalıyordu. Ve iyiden iyiye ikna oluyordu, tüm hayatının tek bir kelimeye sığdığına. İmdat! ''İmdat, tehlike anında avazımız çıktığınca söylememiz gereken bir kelimedir.'' demişti Zeliha hocası. Anladı İmran, hayatı tehlikedeydi. İmran’ın can çekişen günleri, ayları, yılları vardı. Hatta ve hatta her saniyesi tehdit ve tehlike altındaydı. Kardeşinin çıkmayan sesi, annesinin sızlayan kemikleri, yanındaki Sami ve kalbinde stent ile Hayri emmisi. Şimdi bir ekip otosunda, avazı çıktığınca haykırmalıydı İmran, doğmadan ölen kardeşi için, geride kalan tezgahı ve tüm imdat naralarını içine gömmüş bir çeyrek asır için: İmdat!