“Denizleri aştı boyu günâhın” diyorum ya hani; derin değil uzun bir sızı, gönlüme yadigâr kalan bir parça yara izi.
İnsan ne yazacağını bilemiyor bazen, hoş; yazmasa da kimseler fark etmez ama ne bilsin içindeki bu boşluğun kelimelerle dolmayacağını.
Kelimeler yarayı sağaltmaz, sadece sancıdır onu, çünkü kelime hem yaralıdır hem yaralayıcıdır.
“Ah, beni eski bir fotoğraftan hoyrat bir makasla oydular” demiş şair, beni oymadılar işte, beni tek bıraktılar; bir başıma kaldım.
İnsan bir fotoğrafta tek kalmayı mı ister yoksa o fotoğrafı terk etmeyi mi?
Bence tek kalmayı ister yahut istemelidir.
Elbet ahlâki bir kâide değildir bu ama vicdâni bir meseledir.
İnsan tek başına iken yalnız değildir, başkaları onu yalnızlaştırır.
İyisi mi terk edilmek değil terk etmek kötüdür; kötüyüm ben.
Terk eden, vicdanının manevi hücrelerine hapsolur ve oradan ne kendi isteğiyle çıkabilir ne bir başkasının şifa uzatmasıyla, bu sonsuza dek sürecek bir cezadır; belki de bir daha başka bir cezaya ihtiyaç duymamasını temin edecek denli tatminkar bir ödül.
Ödül veya ceza da izafîdir, kıymeti bilinmeyen ödül cezaya, ders alınan ceza da ödüle dönüşür, öyle midir gerçekten?
Evet öyledir; kendimden biliyorum, kendimi bilmesem de.
Âh, yine tekrara düştüm, fasit dairede yalpalıyorum, sorulara cevap ararken, cevapsız soruları arttırmaktan başka ne yapıyorum ki elimdeki kalemle?
Elbette hayır, amacım bu değil fakat insan kendi sorularını bile yanıtlayamazken nasıl başkasının sorularını cevaplandırmaya cüret eder?
Cevap açık ama net değil; insan kendi sorduğu soruya kendi cevap veremiyorsa, hak ettiği tek şey susmaktır.
Elbette ki insan susmaz, soru sormaya devam eder lakin istediği cevapları alamayacağını bir türlü kabullenemez.
Ve son; insan, cevapsız kalmaya mahkumdur eğer yanıtları kendinde aramıyorsa.