Adam, sağ ayağına öncelik vererek uçağa adımını atarken içinden de koruma gücüne inandığı bir dua okumayı ihmal etmedi. Kıtalararası yolculuk onu hep tedirgin etmişti. Belki onlarca defa bu yolu gitmişti ancak koskoca bir okyanusu geçeceği düşüncesi ister istemez içinde strese neden oluyordu. Gerçi bu seferki yolculukta, uçuşun kendisini kafaya takmaktan daha önemli sorunları olduğunu biliyordu. Saatler boyu kendisiyle baş başa kalacağı bu yolculukta yüzleşmesi gereken şeyler olduğunu da hissediyordu için için. İçi sıkkındı, bıkkındı yüreği. Hayatında tutunacak bir şey kalmamıştı onun için. Bu iş yolculuğunda çalıştığı firma adına belki çok önemli bir anlaşmaya imza atacaktı ancak bunların hiçbirinin bir önemi yoktu hayatının şu evresinde. Yalnızdı, mutsuzdu ve hepsinden önemlisi umutsuzdu.


Oturacağı koltuğu bulmak için önündeki yolcuları takip ederek ilerledi. Koltuğu uçağın arkalarında olduğundan öndeki yolcuların bagajlarını yerleştirmelerini beklemek zorunda kalıyordu. Bu bekleyişler ona vakit kaybettiriyordu ancak uçağın belli bir kalkış saati olduğunu bildiğinden sabırsızlığının anlamsız olduğunu düşünerek kendini sakinleştirdi. Kendi numaralı koltuğuna doğru yaklaşırken aynı bölümde bir bebek ya da çocuk olup olmadığına dikkatlice bakınmaya başladı. En az on saatlik bir uçuş vardı önünde. Yanı başında ciyak ciyak ağlayan bir bebek ya da can sıkıntısından nereye saldıracağını bilemeyen bir çocuk sesi hiç çekilmezdi doğrusu. Kendi çocuklarını büyütürken bundan fazlasıyla nasibini almıştı. Şimdi tek istediği sessiz ve sakin bir yolculuk yapmaktı. Elindeki bilete bakıp koltuk numarasından emin olmak istedi ki önündeki koltukta yalnız başına oturan yaşlı bir kadın gördü. İnşallah onun yanında oturmuyorumdur diye düşünürken büyük bir hayal kırıklığı ile gelecek on saat boyunca sıra arkadaşının bu yaşlı kadın olduğundan emin oldu. Çocuklarla seyahat bir kabustu ancak yaşlı insanlarla da öyle. Hatta asıl tehlike onlardı. Susmak bilmezler; geçmişten, zamane gençlerinin vurdumduymazlığından, kendi çocuklarının vefasızlıklarından ve bilumum başka şeylerden şikayet ederlerken aslında onların için için kendi kurbanlıklarından büyük bir zevk aldıklarından şüphe ederdi adam. Şimdi madem bu yaşlı kadınla yan yanaydı, yapacağı tek şey kulaklığını takıp ardı ardına film izlemekti. Aralarında geçen tek konuşmanın, tuvalet için kalkarken izin istemek olmasını umuyordu. Orta sıranın ortadaki koltuğuna oturmak için yaşlı kadından izin istedi. Kadın kibarca gülümseyerek ayağa kalktı ve adamın geçmesine müsaade etti. Tam o sırada kadından bir sabun kokusu yayıldı etrafa. Adama babaannesini hatırlatan, onu bir anda geçmişe götüren bir koku. Aslında en ilkel duyu organımız burnumuzdu. Koku ve içsel güdülerimiz arasında direk bir bağlantı vardı. Diğer duyu organlarımız aracılığı ile algılananlar, beyindeki talamustan süzülüp yine beyinde uygun merkezlere dağılırken bir tek koku duyusu bu bölgeye uğramayıp direk koku merkezlerini aktive etmekteydi. Bu sebeple koku, ilkel ve içgüdüsel olarak uyarıyor, hiç beklenmedik zamanlarda bizi bir andan diğer ana yolculuk ettiriyordu. Sabun kokusunun adama yaptığı tam olarak da buydu işte. Şefkate ve korunmaya ihtiyaç duyduğu, kendini güçsüz hissettiği bir anda birden geçmişin o tanıdık kokusuyla sarmalandığını hissetti. Naftalin kokulu eski bir sandık açılmış da anılar saçılmış gibi geldi adama. Hüzünlendi, aynı anda sakinledi. Ancak kısa sürdü bu an. Bu hassasiyetle uğraşacak hali yoktu doğrusu. Yanında oturan yaşlı kadının ona artık o kadar sıkıntı vermediğini görerek rahatladı. Uçağın kalkmaya hazırlanmasıyla birlikte gözlerini yumdu. Dinlenmeye ve uyumaya nasıl da ihtiyacı vardı!


“Anlam, birçok şeyi belki de her şeyi dayanılır hale getirir.”


Sese uyandı adam. Nerede olduğunu bir an için algılayamadı. Bir sisin içindeymiş gibi hissederek gözlerini ovuşturarak etrafına bakınınca uçakta olduğunu hatırladı. Bu kadar derin uyumuş olabilir miydi?


"Bir şey mi dediniz?" 


Yanındaki yaşlı kadını kendisine doğru eğilmiş görünce bu soruyu ona sormuş oldu adam.


"Carl Gustav Jung demiş: 'Anlam bir çok şeyi, belki de her şeyi dayanılır hale getirir.' Neden her şeyin bu kadar anlamsız olduğunu soruyordunuz ben de sorunuza cevap vermek istedim."


O kadar derin uyurken uykusunda sayıklamış olabilir miydi? Adam şaşırdı, uykusu bölündüğü içinde sinirlendi. Yaşlı kadını yanıtlamak yerine, dar uçak koltuğunun izin verdiği ölçüde pozisyonunu diğer tarafa yönelecek şekilde değiştirdi. Kadınla bir şey konuşmasına gerek kalmayacaktı böylece. Uzun boyu nedeniyle bu daracık koltuklara sığmak imkansızdı. Bedeni sığsa bacakları sığmıyordu. İnsanı bir ürün olarak görmenin sonucuydu bu. Çok değil, bundan on yıl kadar evvel uçak koltuk aralıklarının daha geniş olduğu bilgisini okumuştu bir yerlerde. İnsan nüfusunun artması, insanı bir ürün haline getiriyordu aynı zamanda. Özeni yitirmişti insanoğlu bir noktada. Aynı koltukta bir taraftan diğer tarafa dönmek bile bir meseleyken insanın hayatın anlamını bulması ne saçma bir ironiydi doğrusu. Sinirden tepesi attı birden. Bir hışımla diğer tarafa, yaşlı kadına dönerek (ya da dönmeye çalışarak!):


"Jung çok yanılmış. Bu hayatta hiçbir anlam göremiyorum ben. Kendi kararımız dışında dünyaya geliyoruz, biraz gülüyor, çokça ağlıyor, sonra da ölüyor ve toprağa karışıyoruz. Doğmamızı biz planlamadığımız gibi ölümümüze de biz karar vermiyoruz. Anlam bunun neresinde?"


Gülümsedi şefkatle kadın. Sanki bu diyalogları daha evvel yüzlerce defa yapmışçasına tane tane konuştu.


"Anlam, arayışta ve kavrayıştadır. Doğru! Doğmaya ve ölmeye biz karar veremiyoruz. Ancak bu ikisinin arasında bir yaşam var. En azından bu yaşam üzerinde söz sahibi olabiliriz öyle değil mi? Çokça ağlamanın ve az biraz da gülmenin pek bir işe yaramadığını görebiliriz! Eğer ağlatılıyor veya güldürülüyorsak bizim bunlardaki payımızın ne olduğunu düşünebiliriz.


Neler oluyordu böyle? Kimdi bu kadın? Nereden çıkmıştı aniden? Niye böyle bir konuşmanın içine dalmıştı? Bir yabancıyla hayatın anlamı üzerine konuşmak ne kadar anlamsızdı! Ama bir şekilde kendisini yakın hissetti adam bu yaşlı kadına. Adama öyle geldi ki, kadınla saatler boyu konuşabilir, içini dökebilirdi. İçindeki sese riayet etme duygusu çok güçlüydü, karşı koymadı adam. Yine de sivri dilli olmaktan da vazgeçmedi.


"Şu yeni çağ bilgeliğinden! bahsediyorsunuz sanırım. Problem bende, diğerlerinin hiç günahı yok! Sev, affet, ılımlı ol, sorun çıkaran sen olma değil mi? Sorunlar içinde boğuşan ve sorunlarının kaynağı başkaları olan insan ne yapmalı? Bir diğerinin bakış açısının yanlışlığını nasıl göstermeli? Hele bu kişi müdürünüz, arkadaşınız ya da en önemlisi eşiniz olunca nasıl davranmalı? Huzura nasıl ermeli?"


Yaşlı kadın, adamdaki hırçınlığı gözlemledi dikkatle. Ne tuhaf! İnsan, hayat denen bu yolculukta hep aynı noktadan hareket etmekteydi. Kendi gerçekliğini görmekten aciz olan insan, konu diğerleri olunca nasıl da kolayca ahkam kesebiliyordu.


"Huzur arayışımızın sebebi acaba dağınık zihnimizin yorgunluğu olabilir mi? Huzursuzluk diye adlandırdığınız duygunun nedeni, acaba var olan sorunlara yeni bir bakış açısı getiremeyen, hep aynı kısır döngüde saplanıp kalan beynimizin düşünce mekanizması olabilir mi? Yeni yollarla çözüm aramak, verimliliğin kapısını aralar. Verimli ve aktif bir düşünce süreci huzursuzluğun panzehri olabilir. Zira huzur zannedildiği gibi pasif veya da edilgen bir duygu değildir. Huzurlu olmak, tembel olmak demek değildir."


Bunları dinleyen adam, utandı bir an için. Kendisini yaşlı kadının yanında bir çocuk gibi şımarık bir yeniyetme gibi toy hissetti. Şu zamana kadar tek yaptığı şikayet etmek olmuştu. Şikayet etmek ve hayatın kendisini sürüklemesine izin vermek! Yaşlı kadının düşünce yapısı ne de ilginçti! Bir huzur yayılıyordu kadının varlığından. Dikkatli gözlerle kadını incelediğinde aslında kadının ne kadar dingin göründüğünü ve kendiyle barışık olduğunu algıladı. Onun gibi olmak istedi adam. Ona sorular sorup yanıtlar almaya ihtiyacı vardı. Zira içindeki savaş onu yakıp kül etmişti. Aslında kül olmak, sönmek anlamına geldiğinden belki de doğru kelime bu değildi. Hala yanmaktaydı zira. Bu yanma hali yıpratıcı ve tüketiciydi. Sorularının cevaplarını bu ruh halinde bulamazdı. Sağduyuya, aklı selimliğe ve yol göstericiliğe ihtiyacı vardı. Yaşlı kadın bunların hepsini sunabilirmiş gibi hissetti adam. Şunun şurasında daha bir kaç saat önceye kadar tanımadığı bir kadın, ona hayatında en çok ihtiyaç duyduğu şeyleri verecekti öyle mi? Eğer içinde, çok derinlerde hissettiği şu duygu olmasaydı çoktan sırtını dönüp uyumuştu. Ancak içinde bu konuşmayı sürdürme hissi çok kuvvetliydi.

Bir müddet devam etti adamla yaşlı kadın sohbete. Önce genel olarak insanların mutsuzluğundan, huzursuzluğundan konuştular. Sonra kadın sordu:


"Peki siz nasılsınız? Gerçekten nasılsınız?"


Yalan söyleyemedi adam bu kadına. Duygularını bastırmadan yanıtladı:


"Huzursuzum, mutsuzum ve acı çekiyorum. Çünkü sevdiğim kadın tarafından sevilmediğimi düşünüyorum. Onunla anlaşamıyoruz bir türlü. Uzak ve soğuk bir evlilik bizimkisi. Mış gibi hayatlar yaşıyoruz. Yürekten coşkuyla yaşayamıyoruz. Kilitli sanki yüreklerimiz. Bunu size neden söylüyorum bilmiyorum. Normalde duygularını açıklayan ve paylaşan birisi değilimdir. Şu anda öyle savunmasız ve çıplak hissediyorum ki kendimi... Sanki taa derinimde kilitli bir sandık varmış da o açılmış ve her şey ortaya saçılmış gibi, utanmış, incinmiş, kırılmış ve yaralı hissediyorum. Bunu kendime yediremiyorum. Belki bir şans verebilsem bu evliliğe tekrar bir şeyleri düzeltebiliriz ancak içimde bu gücü bulamıyorum. Artık biliyorum ki evliliğimi bu şekilde devam ettiremem. Çok üzgünüm ki bunu yapacak gücü kendimde bulamıyorum. Ama ne yazık bu bağı ve yılların birlikteliğini de bir anda silip atamıyorum.


Yaşlı kadın bu açıklamayı bekliyordu. Adamın bunları itiraf edebilmesi önemliydi. Çünkü gelişmenin ilk adımı, insanın kendi gerçekliği ile yüzleşebilmesiydi. Adam kendi durumuyla yüzleşmişti ancak kendi gerçekliğinden henüz kaçmaktaydı.


"Yaşanmışlık böyle bir şeydir. Siz istemeseniz de anılar birikir. Önemli olan bu anılardaki değeri görebilmektir. Bu değeri oluşturan da kişinin yaşama dair anlayışı ve kavrayışıdır. Kişi, önce kendine değer vermeyi öğrenmediği müddetçe bunu hep kendi dışında, bir başkasında arayacaktır. Kendini tanımaya çalışmadığın, hatalarını, şartlanma ve koşullandırılmalarını kavrayamadığın, en azından bunları anlamak için bir çaba göstermediğin müddetçe karşındaki kişi sana bunları göstermek için bir ayna olur."


Birden sordu kadın:


"Sevmek nedir?"

"Sevmekten anladığım mutlu olmak. Keyifli ve mutlu bir hayattır sevmek."


Bunları der demez idrak etti adam. Sevmekten anladığı da huzurdan anladığı gibiydi. Bir şartlanma ve tembellik içeriyordu sevmek kavramı da onun için.


"Sevmek, yaklaşmaktır. Karşındakinin içinde de aslında sende olanı hissedip yaklaşmaktır. Sevgiye yakın olmak istiyorsak sevgiyi içimizde yaşatmaktan başka bir çözüm önerebilir misin? Freud’un da dediği gibi, 'Çünkü her kim kendi içindeki insanı anlamayı öğrenirse başkalarının içindeki insanı da anlamaya başlar.' O yüzden anlaşmak için anlayış geliştirmek önemlidir. Anlaşamadığını düşünmek kolaycılık, anlaşabilmenin yolunu aramak ise sevmektir."


Yüreğinde bir şey titreşti adamın. Buydu onca aradığı, bu sözlerdi onca hasretini çektiği. Yaşama dair coşkuyla doldu yüreği, bir kurban olmaktan çıkıp evliliğine yeni bir yön çizebilirdi. Eşini anlamanın ve ona kendini anlatmanın bir yolunu bulabilirdi. Ama hepsinden önemlisi bu yaşlı kadın ona çoktandır unuttuğu birini hatırlatmıştı: Kendisini! Kendini ne kadar ihmal ettiğini anladı. Kendin olmak, bencillik değildi. Bilakis! Sevmekle çok yakından ilişkiliydi. Sevmek, ancak yüreğinin sesini dinlemeyi bilen bir insan için doğal olabilirdi. Belki de sevgi, ancak yüreklerinin sesini dinlemeyi başarmış iki insan arasında yaşanan en kutsal haldi.


Gözlerini açtı adam. Etrafına bakındı. Uçaktaydı hala. Saatine baktı, 2 saatlik bir uçuş süresinin kaldığını görünce şaşırdı. Telaşla yanında yaşlı kadına bakındı, kadın kitabına dalmış, sakince okumaktaydı. Gülümsedi adam içtenlikle:

"Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Beni kendime getirdiniz. Az kalsın çok büyük bir hata yapacaktım ama sözleriniz o kadar etkiliydi ki üzerimde. Uyuyormuşum hatta bir komadaymışım da kendime gelmişim gibi hissettirdiniz." dedi.


Yaşlı kadın anlamaz bir bakışla adama baktı.

"Ne demek istediğinizi anlamadım genç adam. Biz hiç konuşmadık ki sizinle. Uçağa biner binmez uyudunuz. Hosteslerin ikramlarında bile uyanmadınız. Sanırım şu anda da uyku sersemliği yaşıyorsunuz. Ama problemlerinizi çözmenize memnun oldum." 


Şaşırdı adam. Ne yaşadığını anlamaya çalıştı anlayamadı. Tüm o sohbet rüya mıydı, yoksa gerçek mi, bilemedi. Kafayı yemek üzereydi galiba. Ama hiç de rüya değildi gördüğü; konuşulanlar, hissettikleri... Hayatının en büyük probleminin sıkıntısı uçup gitmişti de gönlünde büyük bir hafiflik ve ferahlık yaşıyordu. Bunu nasıl yok sayardı? Sonunda bu hafiflik ile bir karara vardı. Bir zaman yolculuğu yaptığına kendini inandırdı. Doğudan yola çıkıp batıya giden bu uçaktaki herkes az biraz zaman yolcusuydu aslında. Gün farkından dolayı geçmiş ve geleceğin buluştuğu Atlantik Okyanusu'nun ortasında bir yerlerde fiziksel olarak zamanda yolculuk yapıyorduk da haberimiz yoktu. O halde düşünsel bir yolculuk neden mümkün olmasındı?