Karşımdaki boş sandalyede aslında bir delikanlı oturuyor. Delikanlı uzun uzun karşımızda, menekşelerle donatılmış rengarenk bahçeyi izliyor.Öyle bir izliyor ki deniz gözlerine dalgalar vurmuş, fırtınalar esmiş ve talan olmuş. O dalgada onunla birlikte boğulmak istiyorum. O ise her zamanki gibi bana liman oluyor, beni her şeyden koruyor fakat öyle dalgalar gelir ki bir gün, limanlar da yıkılır. Her insanın bir hikayesi vardır kendi elleriyle yazdığı. Ben delikanlının hikayesini sanki kaderimmişçesine daha doğmadan yaşadım. Oysa bu hikayenin henüz bir sonu yok. Yarım kalmış her insanda olduğu gibi… Bu hikayenin son noktası benim. Benimle birlikte toprak olacak. Çok uzun ömrümün kalmadığını biliyorum. Kanser vücudumun her yerini sarmış durumda. Babama kavuşmadan önce bu hikayenin başını yeniden okumak istiyorum. Elimde babamın bana bıraktığı en büyük miras olan bir mektup var. Okuduktan sonra yakmamı istemişti fakat ona, onun hatıralarına kıyamadım. Şimdi henüz vaktim varken son kez okuduktan sonra bu mektubu yakacağım ve bu hikayenin baş kahramanlarını huzura kavuşturacağım.


“Kızım, canımın içi, Menekşe’m… Söze nasıl başlanır bilemiyorum. Duygularım, düşüncelerim hala alev alevken ve tüm bedenimi yakıyorken bu hissi kelimelere aktarmamın imkanı yok. Beni ne kadar sevdiğini biliyorum. Bana veda etmenin senin için ne kadar zor olduğunu da… Vedaları sevmediğimi biliyorsun zaten bu bir veda değil. Sadece sana bazı şeyleri anlatmam gerek. Bu acıyı, bu hasreti daha fazla kaldıramıyorum.Her şeyden önce bilmeni istediğim tek bir şey var: Seni ve anneni gerçekten çok seviyorum. İhanete uğramış gibi hissetmeni istemiyorum çünkü size asla ihanet etmedim. Bana kızacağını biliyorum. Sana duyduğum sevginin bölünmüş olduğunu düşüneceksin. Sen beni kimseyle paylaşamazsın. Ama içimde bir mezarlık var ve anlatacaklarımı oraya gömdüm. Benimle birlikte daha da derine gömülecekler. İçinde öldürdüklerini sevemezsin kızım. Yine de umarım bir gün beni affedebilirsin.

Uzun yıllar önce Antakya’nın küçük bir köyüne öğretmen olarak atandım. İlk görev yerimdi. O zamanlar yaşadığım heyecanı sana anlatamam. Anacığımın emeklerini boşa çıkarmadığım için o kadar mutluydum ki... Annem de hem gururlu hem hüzünlüydü. Tek evladından ayrılacak olmak onu çok üzüyordu fakat bana belli etmiyordu. Ben onun içini görüyordum. Ona benimle gelmesi için yalvarsam da babamın bize miras bıraktığı evimizden ve memleketinden ayrılamayacağını söyledi. Annemle vedalaşırken göğsümün tam ortasına birkaç damla gözyaşı düşmüştü.

Daha gitmeden içimde bir memleket hasreti doğmuştu. Sırtımda babamdan kalma bağlamam, elimde ufak bir valiz ile buruk bir şekilde düştüm yollara. Saatler sonra köye vardığımda çok bitkin olduğumu hatırlıyorum. Muhtarın evini zar zor bulabilmiştim. Beni birkaç gün onlar misafir etti. Daha sonra tek odalı bir ev bulup oraya yerleştim. Evde kaldığım ilk gün hissettiğim tek şey hasret olmuştu. Oysa bilmiyordum ki o evden ayrılırken de hissettiğim tek şey hasret olacaktı.

Okullar nihayet başladığında öğrencilerimle birlikte olmanın sevinci içerisindeydim. Daha ilk günden kendime bir söz verdim. Bu çocuklar için, okumam için elinden geleni yapan, babam öldükten sonra bana baba olan Yaşar Öğretmenim gibi olacaktım. Okumaları için elimden geleni yapacaktım. Bu sözümü tuttuğumu düşünüyorum. Şimdi benim gibi öğretmen olan onlarca öğrencim var. Sadece öğretmen değil doktor, mühendis ve daha niceleri…

Takvim yaprakları birer birer düştü yere sonbaharda dökülen yapraklar gibi. Günlerim aynı geçiyordu. Sabah öğrencilerimle oluyordum. Onlarla birlikte çok güzel projeler yapıyorduk. Onlara kitapları, resimleri, müziği tanıttım. Onlara Türk Edebiyatımızdan çok değerli öyküler okudum her gün. Bazen ise dünyayı tanıttım onlara. Deniz altlarına, dünyanın merkezine gittik. Bazı günler de kendim yazdığım hikayeleri okutuyordum onlara. Müzik derslerinde bağlamamı getiriyordum, ben çalıyordum onlar söylüyordu. En sevdikleri türkü ise Gesi Bağları'ydı.

Köy halkıyla da iyi anlaşır olmuştum. Bağlama çaldığım köyde duyulmuştu. Sesim fena değildi, güzel türkü söyleyebiliyordum. Bazen düğünlere davet ediyorlardı beni. Birkaç türkü okumamı da rica ediyorlardı. Ben de seve seve çıkıp okuyordum. Neşet Ertaş’ın, Aşık Veysel’in, Aşık Mahzuni Şerif’in ve daha nice ustanın türkülerini okudum.

Bir sonbahar günü okuldan evime doğru giderken çeşmenin orada bir kız gördüm. Hayatımda gördüğüm en güzel kızdı. Kömür gibi siyah saçları, çimenler gibi yeşil gözleri, pamuk gibi beyaz teni vardı. Başında da oyalı, kırmızı bir yazma… Daha o anda vuruldum bu genç kıza. Yanlış anlaşılırım, rahatsız ederim korkusu ile hemen çevirdim kafamı fakat o lahza dahi yetmişti bana. Eve gittiğimde bile kalbim güm güm atıyordu. Daha sonraları her gün aynı saatte görür oldum bu genç kızı. Göz göze geldiğimiz anlar kalbim duracak gibi oluyordu. O da benden etkilenmiş midir acaba diye düşünmeden edemiyordum. Artık türkülerimde, geceleri yazdığım günlüğümde, bir mumun ışığında, dolunayda, yıldızlarda bu kız vardı. İnsan daha tek kelime etmediği birine bu kadar aşık olabilir miydi? Hem konuşmak için cesaretini toplamak isterken hem ya beni yanlış anlarsa diye korkabilir miydi? Her duyguyu aynı anda yaşıyordum. İçimdeki bu coşku, bu heyecan ne zaman dinecek bilmiyordum.

Haftalar sonra bir gün cesaretimi sonunda toplayıp kağıda, cumartesi günü seni bu saatte tepede bekleyeceğim, yazdım. İçimdeki bu çok saf ve temiz duygulara karşılık bulabilecek miydim bilmiyordum fakat yine de bu kağıdı ona ulaştırmaya kararlıydım.Okuldan çıktığımda ayaklarım geri geri gidiyordu. Sonunda çeşmenin başında onu görünce bir an nefesim kesildi. Yavaş yavaş çeşmeye doğru yürüdüm. Sanki o an ben, ben değildim. Bu genç kıza olan aşkım ruhumdan taşmış, vücudumu ele geçirmişti.Etrafıma bakındım ve kimseyi göremeyince içim biraz olsun rahatladı. Çeşmenin yanından geçiyormuş gibi yapıp kağıdı hafifçe ulaşabileceği bir yere attım. O kadar hızlı gittim ki birkaç dakika içinde çeşmeden çok uzaklaşmıştım. Yüzümün, içimin cayır cayır yandığını hissediyordum. Ruhumdaki yangına ilk kibriti o gün çaktığımı o zamanlar bilmiyordum.

Cumartesi günü bir saat önceden gittim tepeye. Kocaman bir çınarın altına oturdum. Çok bekledim ama beklediğim her saniye benim yıllarıma bedeldi. Gelmeme ihtimalini bile bile onu beklemek kıymetliydi. İçimden neler söyleyeceğimi düşündüm. Onlarca senaryo yazdım. Kafamda yüz binlerce şey konuştuk. Bu senaryoyu daha da ilerlettim. Onu anneme götürdüğümü hayal ettim. Bir müddet sonra bana doğru geldiğini gördüm. Başını öne eğerek geliyordu. Onun da en az benim kadar utandığı belli oluyordu. Yanıma ulaşması beklediğim saatlerden daha uzun geldi. Sonunda kafasını kaldırıp bana baktı. Yakından çok daha fazla güzeldi. Gözleri beni içine çekti ve o kaçırana kadar o güzel gözlerini, onlara bakmaktan kendimi alamadım. Daha sonra oturduk. Adının Menekşe olduğunu öğrendim. İsmine bu kadar benzeyen bir başka insan olamaz diye düşündüm.

O gün bir saat kadar konuştuk. Konuşulacak o kadar çok şey vardı ki o bir saat bana birkaç saniye gibi geldi. Bana ailesinden bahsetti. Bir ablasıyla üç abisi varmış. Ablasını çok sevdiğini ama birkaç ay önce evlenip buradan gittiğini söyledi. Hayatımda sadece onu ve okula gitmeyi özledim dedi. İlkokulu bitirebilmiş sadece. Babası ona bile zar zor izin vermiş. Abilerinden ise korkup çekiniyormuş. Ben de ona annemden bahsettim.Ayrılık vakti gelmişti. Ailesinden, arkadaşına oya örneği bakmaya gidiyorum diye bir saat izin almıştı. Haftaya aynı yerde buluşmak için sözleştik. Bu durum aylar sürdü. Birbirimizi öyle tanıdık, öyle karıştık ki… Artık ben oydum, o ise bendi. Onu kitaplarla tanıştırdım, onlarca kitap okudum. En çok Kürk Mantolu Madonna’yı beğendi. Maria Puder için gözyaşları döktü. Raif Efendi için üzülüp üzülmediğini sorduğumda, kalan için her zaman daha zor olduğunu söyledi. Ben giderken orada kaldığında onun da en az benim kadar acı çektiğini bu cümleden anlayabiliyorum.

Yaz tatili için bir aylığına memleketime gittim. Vedalaşırken tıpkı annem gibi onun da göğsüme birkaç damla iz bıraktığını hatırlıyorum. O kalbimdeki birkaç damla iz, yokluğuyla deryalara dönüştü. Bir dahaki yaz onun da benimle bu evde olduğunu hayal ettim. Gece rüyalarımda, gündüz hayallerimde sadece o vardı. Annem bu halimi fark edince Menekşe’den bahsettim ona. Dinlerken annemin gözlerinin parladığını gördüm. O da daha görmeden çok sevmişti Menekşe’yi.

Bir ay sonunda Menekşe’me geri döndüm. Artık gurbetim de oydu, memleketim de… Aynı çınarın altında yeniden kavuştuğumuzda ikimiz de bayram çocukları gibiydik. Ona gelirken aldığım hediyemi verdim: Gözlerinin yeşilinden taş bir kolye. Bunu ömrünün sonuna kadar boynundan çıkarmayacağını söyledi. O günden sonraki buluşmalarımız daha kaygılıydı. Birbirimiz olmadan yapamayacağımızı anlamıştık. Ona defalarca evlilikten bahsettim. O ise bana abilerinden ve babasından korktuğunu, daha zamanı olmadığını söyledi. Ben de Menekşe’me kıyamadım. Onu incitmeleri ihtimalini bile düşünemiyordum. Çaresizce büktüm boynumu, isteğini kabul ettim.

Kitap okumalarının yanına müzik de eklendi. Bir kere sesimi dinleyince hep dinlemek istedi. Ona türküler okuyordum. Onun için kendim bir şarkı bile bestelemiştim. Ona okumaya hiç fırsatım olmadı. Şimdi düşünüyorum da keşke ona, onu ne kadar sevdiğimi daha fazla anlatabilseydim. Hep benimle kalacak sandım. Hep o çınar altında oturup güleceğiz, birbirimize hikayeler anlatacağız, ben türkü söylerken o bana hayran hayran bakaca, ben de ona bakacağım zannettim. Hayat acımasız ama insanlar daha fazla.

İlkbahar geldiğinde Menekşe artık eskisi gibi gülmüyordu, konuşmuyordu. İlkbaharda çiçekler açar ya, Menekşe’m sanki yavaş yavaş soluyordu. Ona defalarca ne olduğunu sordum. Hiçbir şeyin olmadığını kendini biraz halsiz hissettiğini söyledi. Onun bu mutsuzluğu beni kahretse de daha fazla üstüne gitmedim. Bir sonraki cumartesi akşama kadar beklesem de tepeye gelmedi. Bir sonrakinde de… Ben ise her cumartesi belki gelir diye onu bekliyordum. Benim Menekşe’m hercai olamaz diyordum.

Bir cumartesi Menekşe geldi. Yüzünde morluklar vardı. Onu o halde görünce bunu ona yapanlardan nefret ettim. Benim Menekşe’me nasıl kıymışlardı? Menekşe bana her şeyi bir bir anlattı. Köyün en zengini Mehmet Ağa’nın oğluna Menekşe’yi istemişler. Menekşe ne kadar itiraz etse de dinletememiş. Daha önce de söylentileri duyduğu için mutsuzmuş. Babası kesin kararı vermiş. Baya yüklü bir başlık parasının karşılığında Menekşe’yi onunla evlendirme kararı almışlar. İş daha fazla uzamasın diye de bir aya kalmadan düğününü yapacaklarmış.Tüm bunları duyduğumda ruhumun bedenimden çekildiğini hissettim. Menekşe’siz birkaç hafta bile bana cehennemken onsuz yaşamak, kendimi diri diri ateşe atmakla aynı şeydi. Kaçalım, dedim. Bizi yaşatmazlar, dedi. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Eğer beni seviyorsan bu birbirimizi son görüşümüz olsun söz ver, dedi. Çaresizce söz derken gözlerimden yaşlar şelale gibi dökülüyordu. Bana son kez bir türkü okur musun, dedi. Ona Ahmet Kaya’nın 'Kendine İyi Bak' şarkısını okudum. Şarkı bitti. Bundan böyle her menekşe kokusunda seni arayacağım, dedim. Bana son kez sarıldı ve koşa koşa gitti.

Bir ay sonra sözümü tutamadım. Muhtar bana Mehmet Ağa’nın sesimi çok sevdiğini ve düğünde bir türkü okumamı rica ettiğini söyledi. Ben de Menekşe’mi beyazlar içinde bir kez görebilmek uğruna düğüne gittim. Arkalarda bir yerde oturdum. Menekşe beyaz atı ile geldiğinde hayatımda daha önce böyle bir güzellik görmemiştim. Beyazlar içinde o kadar güzeldi ki. Attan indi ve testi kırdılar. Daha sonra damat Menekşe’nin al yazmasını yüzünden kaldırıp alnını öptü. Menekşe gelin masasına oturdu. Her şey olup biterken hem oradan kalkıp gitmemek için kendimi zor tutuyordum hem de Menekşe’mi biraz daha görebilmek için sandalyeme kilitlenmiştim. Halaylar çekildikten sonra muhtar türkü söylemem için beni sahneye davet etti. Bağlamamı alıp sahneye çıktım. Gelin ve damada mutluluklar dileyerek başladım söze ve 'Selanik Türküsü' ile devam ettim. "O bizim kavuşmalarımız, ah yârim, mahşere kaldı." derken Menekşe’nin gözünden bir damla yaş, elinden ise yeşil taşlı bir kolye düştü yere. Bu sefer şarkı sona erince orayı terk eden Menekşe değil, bendim.

Bir daha Menekşe’yi hiç görmedim. Başka bir köye tayinimi isteyip o köyden ayrıldım. Bunu yapmam belki doğru değildi fakat orada daha fazla yaşayamazdım. Yıllar sonra annenle tanıştım. Onu çok sevdim. Menekşe’yi kalbime gömdüm fakat mezarını hiç kalbimden atamadım. Başlarda annen bu durumu fark etti belki ama bana hiç belli etmedi. 'Telli Turnam' türküsünde her ağladığımda o da benimle ağladı. Ona anlattığımda ise bu durumu anlayışla karşıladı. Bu durumu birlikte aşacağımızı söyledi. Sonra sen geldin kızım. Sana Menekşe adını verip onu seninle yaşatmak istedim. Annen karşı çıkmadı. Ona minnettarım, hep öyle kalacağım.

Canımın içi, kızım, Menekşe’m… Kendimi o her hafta altında oturduğum çınar kadar yaşlı hissediyorum. Çok büyük fırtınalar, kasırgalar atlattım. O ağacı öyle sağlam, dimdik ayakta tutan kökleriyse, benim köklerim de sendin. Şimdi ölüm vakti geldiğini biliyorum. Yıllardır kalbimde taşıdığım bu yükü kaldıramıyorum. Menekşeleri çok sevdiğimi ve evimizin bahçesinde hep menekşeler olduğunu bilirsin. Senden son isteğim mezarıma da menekşe ekmen. Böylelikle ölüyken bile menekşe kokusunu duyabilirim belki. Biliyor musun, gözlerin onunkilere benziyor. O da bana senin bana baktığın gibi bakardı. Sana her bakışımda onu gördüm. Her bakışımda canım yandı. Artık gözlerimi kapıyorum. Seni bu dünyadaki her şeyden çok seviyorum. Hoşça kal iki gözüm. Sevgilerle, baban.”

Mektup bittiğinde mürekkep çoktan gözyaşlarımla dağılmış durumda. Biraz toparlanıyorum ve babamın mezarına doğru yola çıkıyorum. Sonunda vardığımda hemen ucuna oturuyorum. Onunla biraz konuşuyorum. Ondan sonra çok yaşayamayacağımı, onu çok özlediğimi ve kavuşmanın yakın olduğunu anlatıyorum. Daha sonra biraz menekşeleri suluyorum. Ben öldükten sonra onların da solup gidecek olmaları üzücü. Biraz onları izliyorum. Birinin mezarının başında durursanız sizi görür derler. Babamın da görüp huzura ermesi için mektubu bir kibritle yakıyorum. Külleri babamın mezarına dağılıyor. Artık özgürler. Ve belki de sonunda kavuşabildiler.