Yalnızlığın ne olduğunu, yalnız bir kasabanın yüksekçe bir tepesinde anlayacaksın. Güneş batıyor, belki de doğuyor. Soluk bir ay olacak orada, seni izlemeyecek. Ne okul yolundaki çocuklar ne de bacası tüten evler göreceksin. Bir tek mezarlıktaki çam ağacının sararmış bir dalı var ya, bir kuş ona konmak isteyip de kıracak onu. Üzerini otlar bürümüş, artık Fatiha okuyanı olmayan bir mezara düşecek. O izler, izleyecek seni; mezarlığa düşmezden evvel. Hayat ikiye bölünmedi hiçbir zaman, bir olayın öncesi ve sonrası diye. O hep paramparça olur. Hangi bahtiyardır ki o hayatı yalnızca ikiye bölünmüş olarak kalmış? Hayır; ölümün nefesi ensemizden son darbeyi indirene dek parçalanıp, sürüklenip, yalpalayıp duracak olanlarız biz. Tüm nazarımızı çürümüş bir elmaya, devrilmiş bir ağaca hasredip süruru orada yakalayacağız. Ölüm döşeğine düşmüş her şeyin bizi kıskandığına iman edip duracağız, bir mezarlığa uzun uzun baktığımız güne dek. Yaşayan kim, ölen kim, bunu anlamayacak denli afallayıp sessizce ağlayacağız işte orada orada. Ağlayacağız, ölüme de hayata da cephe aldığımıza. Bir toz zerresi kadar var olamadığımıza. Düştüğümüzde bir toz zerresi dahi kaldıramayacağımıza...