Uyandım. İçimdeki fırtınanın yavaş yavaş kasırgaya dönüştüğünü hissediyorum. Bu huzursuzluk, bu memnuniyetsizlik bir gün canımı alacak. Kafamda dönüp duran ve asla cevaplanmayan milyonlarca soru asla rahat bırakmayacak beni sanki. Birini sevmenin sevilmek adına beş para etmediğinin bilinci, beynimin her kıvrımını gün geçtikçe zehirli bir sarmaşık gibi kaplıyor.
Bu şehirden nihayet taşınıyorum. Berbat geçen 4 senelik üniversite hayatım bitti. Hiçkimseyle konuşmadığım, arkadaş olmadığım, yapayalnız geçen koskoca 4 sene. Sadece bir kişiyi aldım hayatıma. O da fazla durmadı. Kim bana dokunsa eli yanıyor sanki. Ben de kimse yanmasın diye kaçtım insanlardan.
Eşyaları toparlarken rast geldim Öner’in fotoğrafına. Çocukça bir düşünce olarak birini çok sevmenin çok sevilmeye de değecek olduğunu düşündüğüm zamanlarda herkesten vesikalık toplardım. Öner’den de almışım. Sevmişim demek ki. Hala da severim. Hem de Öner’in beni seveceğine tek bir ihtimal vermeden her gün onu düşünerek severim. Nesini düşünürsün Öner’in derseniz çoğu zaman hiçbir katkı olmadan başlı başına yüzünü düşünürüm, gülüşünü düşünürüm. Acemice kurduğum senaryolar içerisinde hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan ihtimallere bel bağlarım. Evlenirim, çoluk çocuk sahibi olurum hayallerim içerisinde.
Evet bu Öner’in güzellemesi. Yazılmaya değmeyecek bir şiirin ilk dizesi, dalına tırmanmaya değmeyecek bir ağacın baharda çiçek açmış renkleri, dünyanın en karmaşık müzik eserinin basit nota geçişleriyle icra edilişi, bir dünya savaşı daha çıksa kocaman gülüşlerden medet ummanın çaresiz beklentisi. Evet, bu bir Öner güzellemesi. Yani benim onca günüm arasından sadece bir tanesi.
Aldım vesikalığını koydum cüzdanıma. Toparlanacak bir kaç eşya vardı hallettim. Ne de olsa eşyalı kiralanmış öğrenci evi. En fazla ne olabilirdi? İstanbul’da ailemden ayrı yaşamak için henüz Ankara’dayken evimi tutmuştum. Direkt evime gittim. İçimdeki huzursuzluğu bastırmaya çalıştım. Hayatım boyunca içimde hep bir huzursuzluk vardı benim. Nasıl alışamadım anlayamıyorum. Oysa artık hissetmemem bile gerekmez miydi? Okumuştum. Ailemin deyimiyle bir baltaya sap da olmuştum. Kendi başıma evimi tutmuş kimseden tek bir yardım istememişim. Peki eksik olan neydi? Bu içimdeki kapanmayan boşluk nasıl dolacaktı?
Oturduğum yerden kalktım. Bir tatlı yapmak istedim kendime ama dolap bomboştu. Markete gittim. ‘Kolay gelsin’ dedim içeri girerken. İçimden konuştuklarımı saymazsak haftalardır ağzımdan çıkan ilk sözcük bu oldu. Malzemeleri alıp eve çıktım. Ellerimi yıkarken aynadan kendime baktım. Yine aynı hayırsız surat. Gerçi yüzümü tanımasam çok ilginç olurdu. Annem benim doğmamı istememiş. Keşke inat edip tutunmasaydım anne karnına. Belki ölüm kurtuluş olabilirdi sığamadığım bu bedenden kurtulmak için.
Ölümü ilk kez düşündüğümde on sekiz yaşımın sonlarındaydım ki bu tam olarak Öner’i tanıdığım zamana rastlar. Hâlâ da düşünürüm: Hem Öner hem ölüm üzerine. Tabii, hayatı boyunca hiçbir sorusuna yanıt bulamamış biri olarak düşünme kapasitemi de fazla geliştiremediğimden ölüm üzerine kapsamlı düşüncelere ulaşamadım henüz. Öteki dünyanın olmadığı varsayımından yola çıkarak neden yaşadığımı sorgulamakla meşgulüm.
Ölümün bir gün gelecek olmasının yanında, Öner hiç gelmeyecek olmasıyla farklı bir öneme sahip. Öner’i nerede tanıdım, nasıl tanıdım bunları anlatmaya hiç gerek yok. Gerek yok çünkü önemi yok. Hemen her karşılıksız aşk hikayesiyle benzer bir hikayesi olması sebebiyle detaylar sıkıcı ve dünyada benden başka kimseyi ilgilendirmiyor. Tam da bu sebeple Öner’i hâlâ çok seviyor olduğumu bir ben biliyorum bir de varsa eğer Allah bundan haberdar.
Telefonum çaldı. Açtım. Annem akşam yemeğine çağırıyor. ‘Bugün geldin daha dolabın boştur. Akşam yemeğini bizde ye. Hem özlem gideririz’ dedi. ‘Tamam’ dedim. Hayır deyip konuyu uzatmak hiç içimden gelmedi. Hazırlanıp arabaya bindim. Akşam yemeği saatine kadar biraz dolaşırım dedim kendi kendime. Akşam yemeği saati yaklaşınca annemi aradım. ‘Eksik bir şey var mı?’ diye sordum. Ayran istedi benden. Bulunduğum yerdeki markete girip aldım. Çünkü eve giderken yolu hep uzatırım ve muhtemelen unutacaktım. Markete girdiğimde insan kalabalığından olacak bir türlü gözümün önündeki ayran şişesini göremedim. En sonunda bir görevliye sorduğumda ‘gözününüz önünde görmüyor musunuz’ diye terslendim. Berbat bir gün geçirmenin siniri ve gecenin de kötü biteceğinin bilincindeki huzursuzlukla ben de sesimi yükselterek çıkıştım görevliye. Sonrasında kasaya yöneldim. Çantamdan cüzdanımı çıkartacaktım ki cüzdanı arabada unuttuğumu fark ettim. Arkamda insanlar bekliyordu. Ben de ‘cüzdanımı unutmuşum, siz sıradakileri geçirin ben hemen gelip alacağım’ dedim. Arkamdan bir ses ‘bizimkilerle beraber geçirin’ dedi. Çok tanıdık bir sesti. Elimdeki ayranla beraber arkamı döndüğümde her klişe karşılıksız aşk hikayesinin bir kısmında olacağı üzere Öner’i gördüm. Karşılıksız aşkların en kötüsü bir zamanlar karşılık gördüğü aşkın karşılıksız hale evrilmesiydi. Daha da kötüsü şu an olduğu gibi karşımdaki adamın, Öner’in yıllar sonra karşılaşmışken ona hâlâ bir şeyler hissedebiliyor olacağımı aklının ucundan dahi geçirmiyor olmasıydı. Yanında karısı olmasından kaynaklı sanırım beni tanıdığını belli etmedi. Huzursuzluk çıksın istemez tabii, haklı olarak. Ben de teşekkür edip paramı almak üzere arabama gittim onlar diğer ürünlerini geçirirken. Döndüğümde Öner kasadaydı, karısı da aldıklarını arabaya götürüyordu. Ayranın parasını uzattım tekrar teşekkür ederek. Kabul etmedi. ‘Kübra, hiç seni göreceğim aklıma gelmezdi. Neler yapıyorsun, ne kadar değişmişsin.’ Her anım seni düşünmekle geçmesine rağmen ben de seni göreceğimi tahmin etmezdim. Hem de bu halde. Tamam, bu benim olduğumdan farklı bir halim değil fakat yine de karın olduğunu tahmin ettiğim kişiyle beraber beni tanımamazlıktan geleceğini hiç tahmin etmezdim. ‘İyiyim Öner, sen buralarda ne yapıyorsun asıl?’ ‘Aslı’nın ailesi burada yaşıyor da onlara ziyarete gelmiştik. Biraz da geç kaldık biz gidelim yavaştan.’
Şimdi hayat sağlam, sinkaflı bir küfrü hak ediyordu. Sinirim hayattan çok kendimeydi. Çünkü yıllar geçmiş olmasına rağmen Öner’le karşılaşmışken ona baktığımdaki hislerimin önüne ne utanç duygusu geçebiliyordu ne de başka bir şey. Kendime sinirliydim çünkü başka sinirlenebileceğim hiç kimse yoktu. Beni sevmediği için Öner’e sinirlenemezdim ya da karısına.
Elimde ayranla beraber evime döndüm. Öner’i görmek çok garipti. Garipti çünkü Öner somut bir varlık olarak var olmaktan çıkalı uzunca bir süre oluyordu. Öner bir fikirdi, üzerine ne kadar düşünürsen düşün ustalaşamayacağın bir fikir. Cenneti dahi vadedemeyen ilkel bir toplum diniydi Öner. Bir getirisi olmamasına rağmen onsuz yapamayacağım bir gelenekti. Nerede, kimle olduğundan önemsiz asla ulaşamayacağım bir güzellikti. Öyle bir güzellik ki bu harekete geçmeksizin yaşayabileceğim, yüzünün aklıma düşmesiyle neşe bulabileceğim vadedilmiş bir cehennemdi. Günahkar tüm bedenler gibi ben de ateşler içinde yanmaya hazırdım. Bu yüzden Öner, güzellikler içinde bir cehennemi kollarında taşıyorken başkasının cennetinde yaşayamazdım. Karşılıksız aşkların uslanmaz tövbekarları ise en çok bu cehennemi hak ederdi zaten.