gelmiştim, dumansız olmazmış görüntülülüğünden birbirlerini göremeyen, hayatta dış kapının mandalı olabilenlerin oturduğu çay evlerini, vurulurken suretine hayreti yapışmış, ellerine bir çığlık yerleşmiş ağaçların bekçilik ettiği, sanatta kübist, hayatta karşılıksız, yardım kampanyası kargaşasında toplanmış kadınlar, çocuklar gibi paralel kenarlı gecekonduları, uzantılarını yemeye koyulmuş tırnakları sarıyla, dişleri inci tanesi çiftin, uçurtma bayramı izlermişçesine göğe bakarak oturduğu, onların değil küskünlüklerinin yükünü taşıyan sonbahar bankını, yatak örtülerinde indirim yapan, tek başınaları pek takmayan tuhafiyeleri, çekiç sesleriyle melodramlarına müzik icra eden bakırcıların yerleşkisi olan bakırcılar çarşısını, birbirinden farklı iki minareye sahip yeni camiiyi, bir şeyleri yeniledikçe kendileri eskiyen inşaat ustalarının iskelelerini, altında iki büklüm olduğu yükten değil de parasızlıktan ezilen kabzımalları, sonbaharlaşmış parkta, "çekirdek yemek yasaktır" tabelasının önüne çömelmiş, çekirdek çitleyen işsiz güçsüzleri, çiftleşmek için alelacele bir yerlere koşturan, birbirine sıcaklıklarını aşılayan sevgilileri, artık beklentizedelere umut aşılayamayan seyyar milli piyangocuları, duvarlara çizdikleri kalede japon kalesi oynamaya çalışan -güya- çağdaş çocukları, terkedilmiş buruk pasajları, kepenkleri bir daha açılmamak üzere kapatılmış çarşıları, artık akmayan musluklarından çok kendini yapan taş ustalarına üzülen, akşam güneşlerinde ısınan yaşlılar gibi sırtını eski bir konağa dayamış, yarısı da yapıldığı yokuşun yenilenen yoluna kurban gitmiş o eski çeşmeyi, asıldıkları yerde rüzgarda sallanan, yanlarından geçenleri parçalara ayıran, birbirlerine birbirlerini göstermekten hoşlanan aynaların oynaştığı aynacılar çarşısını, en çok yerleşiklik isteyen, yarabandı, yapma çiçek, pilli oyuncaklar, yap bozlar satmaya çalışan ama pek de başarılı olamayan seyyar satıcıları, artık kimsenin dinlemediği, kendini bile kandırmaktan vazgeçmiş, o sanatçının, palyaçoyu andıran fotoğraflı afişlerini, geçmişte kalmış bir yaşamda fütüristik kandırmacalarla dolaşan, tek işleri yılan oynatmak olan üçkağıtçıların tezgahlarını, vakt - i zamanında dokunulmaya kıyılamazken, şimdilerde hayattan artanların arasında sayılan sedefleri dökülmüş aynaları, solgun, sararmış fotoğrafları, artık iğneleri bulunmayan plakçalarları, kapaklarından istemeden ayrılmış aluminyum tencereleri, üstüplerini, tahtadan bavulları iki mandala değişmeye meyilli edalarıyla geç(in)en çerçicileri, mevsimin rengine uygun gezinen kedileri, kağıt mendillerden tiksinen, sattıkları sakızların da çoğunu çiğneyen, sokaklardan geçinen o tenlerinin rengi bebekliklerinde saklı kalmış çocuk satıcıları, mevsimin ilk yalnızlığını yakaladığını zanneden, değerli mi değersiz mi ayırd edemeyen, onu atmaya da kıyamamış, sıkılmasın diye gezmeye çıkarmış gibi amaçsızca gezinen yalnızları, yani daha çok insanları ve onların yaptıkları mekanları, içimden geçişen dışarıları geçip de gelmiştim.


sıcacıktı evin. bir çay alır mısın demiştin.


0


0