Ne bedenim diri ne de ruhum. Çoktan terk etmişim ait olduğum kara toprağını. Ağır geliyor yaşam yumruk kadar kalbime.

Güzeli de yaşamak ister insan, ömründe güzeli de tatmak. 

Keder çok nahoş oysa, yüreğe oturdu mu atması epey güç.

İşin kötü tarafı keder insanı resmileştiriyor da, seçtiğim kelimeler duygularıma tercüman olamıyor. Olamıyor olmasına ama ağlamak isteyen yüreğimi bir 

nebze olsun susturuyor. 


Evrenle aramda, aynı evde oturup birbirinin farkında olmayan iki insanın ilişkisi var. 

Benim hüznüme duyarsızlığını ben de ondan koparak yanıtlıyorum. Ciğer yangınımı dindirmek için her gün bir öncekinden daha çok çabalıyorum. 

Gözyaşlarım artık gözlerimi daha çok yakıyor. Acılar tuza dönüşüyor sanırım. 

Ağladıktan sonra baktığım her şey sadece buğulu değil artık, çok daha acılı.

Yaşamdaki bekleyişim bitmiyor, ne yaşam dur diyor ne de ben. Kuramadığım hayatımın her günü benden çalınıyor sanki ama hırsız tanıdık.


Yazları hiç sevmiyorum, her sabah parlak bir güneş karşılıyor beni. Benim yüreğim yanarken nasıl olur da parlar güneş?

Oysa kış öyle mi, yağan yağmurun her bir damlası gözümden düşemeyen yaşlara birer tercüman. 

Yapraklarından koparılmış her ağaç matemime ortak. Sokakta donmuş her canlı kimsesizliğime yoldaş. Sevemiyorum yazı, cıvıltısını anlayamıyorum. 

Bu kederli dünyada bir anlam bulamıyorum. 


Bir servi ağacının yanında gölgesine sığınmak istiyorum güneş tepedeyken. Gölgesi öylesine kendine özel ki imrenmemek elde değil. Tüm o zarafetiyle yaşamdaki yalnızlığımızdan daha iyi neyi anlatıyor ki bize? Dimdik gövdesi sert bir rüzgârda eğiliyor, eğiliyor ama asla bükülmüyor. Rüzgârın ardından dimdik ayakta ve o gölgesi yine sadece kendi canına. Yanımda bir defter oluyor servi ağacına bakarken aklımdan geçenleri kaleme dökeyim diye. Dökülmüyor hiçbir şey. 

Gönül kilidini açmıyor kaleme kâğıda, hüznünü serviye açıyor. Gönül, gözyaşları günün birinde toprağa karıştığında servilere can olsun istiyor.

Çünkü kendine can olamadı hiç. Acısına katlanamadı, yüreğinin acısını tuzuyla söküp atamadı.