Şehir çalkalanıyor.
Herkesin bir yere yetişmeye çalıştığı bir saatte, insanlar solgun yüzleriyle etraflarında ne olduğunu umursamadan ilerliyor.
Bedenleri birbirlerine çarpan insanlar ruhlarının kayıp silüetleriyle özür diliyorlar.
Bedenlerinin üstünde kafa diye taşıdıkları iskelette, et ve kastan oluşmuş parçaların hareket etme kabiliyetinin olduğunu unutmuş gibiler.
Kalabalığa karışmış bedenim, bu insanların ruhları olduğuna inanma umuduyla ilerlerken, gözlerimi kapatıyorum.
Gözlerimi açtığımda, birbirlerine olan aşklarını birbirlerinin ne dediğini anlamadan anlatmaya çalışan çiftlerin arasında buluyorum kendimi. Kulaklarımda bir kadından öğrendiğim şarkının dingin melodisi yankılanırken ben başka kadınları düşünüyorum. Düşündüklerimizi kağıda dökebilen bir teknolojiyi henüz bulamadıkları için bilim insanlarına sinirlenirken, göz kapaklarımı açık tutmakta zorlanıyorum.
Gözlerimi tekrar açtığımda daha da kalabalık bir yerdeyim. Henüz kimse kimseye aşık değil. İnsanlar olmasını istedikleri kişiyi karşılarındakilere büyük bir hararetle anlatıyorlar. Çok fazla ses var. Herkes birine sesini duyurmaya çalışıyor ama kimse kimseyi duymuyor. Çünkü karşılarındaki konuşurken kendisinin ne anlatması gerektiğini düşünen insanlarla çevrili etrafım. Kafamı gökyüzüne kaldırdığımda karşılaştığım manzara beni bu samimiyetsizlikten uzaklaştırıyor. Yalnızlığın ana karakteri olan AY. İnsanların önlerini görebilmek için elektriğe ihtiyaç duyduğu vakitlerde o dünyayı aydınlatıyor. Ancak birçoğumuz onun varlığından bile haberdar değiliz. Sadece önümüzdeki bu insanların ne yaptıklarıyla ilgileniyoruz. Gökyüzüne bakmak kimsenin aklına gelmiyor.