Huş ağaçlarının arasında gayet gizemli bir havayı soluyan iki katlı beyaz evin yalnız yaşayan sahibi, bir bahar günü evinden ayrılmış ve eğri büğrü bir patikada yürüyüşe çıkmıştı ancak birden kara bulutlar güneşin önüne geçmeye başlayıp yağmur yağacağı anlaşılınca gezintisini noktalayarak büyük ve hızlı adımlarla yaklaşık çeyrek mil uzaklıkta bulunan evine ulaştı. Öyle ki kapıya vardığında yağmur henüz başlamıştı. Hemen cebine koyduğu anahtarı çıkardı, kilide soktu ve üç kere çevirip kapıyı açtıktan sonra eve girip kapıyı kapattı. Geniş kare holde üzerindeki hırkayı çıkarıp askıya fırlattı ve penceresi huş ağacı patikasına bakan büyük salona girdi. baba yadigârı masanın bitişiğindeki sandalyeyi perdesi açık pencereye doğru çevirip oturdu ve parmak kalınlığında tozlanmış masanın üzerine iğrenerek dirseğini dayayıp avucunu yanağına temas ettirdi. İnsan olan her mahlûkatı büyüleyebilecek şekilde yavaşça elekten geçirilen un taneleri misali yağan yağmuru izlemek istiyordu ama kalp atışları yavaşlayıp normal hızına ulaşınca, gözleri mıhlanan ve eli yanağına yapışan ev sahibi bir anda derin ve hüzünlü anılarına dalıverdi. Tıpkı bir anda yoğun bir baygınlık hissinin çökmesinin ardından bayılmaya karşı koyamamak gibi ya da nefsin aklın önüne geçmesi gibi aksini yapacak, karşı koyacak bir kuvveti yokmuşçasına düşüncelerinin zehirli kadehini yudumlamaya başladı ve dalıp gitmesi ile birlikte artık herhangi bir canlı belirtisi kalmayan evi koyu bir sessizlik yutuverdi.


Ev sahibi bu ve bunun gibi sudan sebeplerle anılarını düşünmeye başladığı ve saatlerce kendisini geçmişin derin kuyusuna hapsettiği günler, kafası ağırlaştıkça ağırlaşır boynu titrer ve başını taşıyamaz hale gelirdi. Böyle zamanlarda bazen aylarca evden çıkmaz, yemek yemez ve saatlerce uyurdu. Temizlik yapmayı unutur ve evini böcekler sarardı. O kadar fazla örümcek görürdü ki bir gün aynaya baktığında kendisi yerine sekiz bacaklı kocaman bir örümcek görse şaşırmazdı. Bazen de dışarı çıkar ve yaz kış zirvesinden karı eksik olmayan Anason dağının eteğine uzanmış uyuyan bir çocuğa benzeyen Mahsiva caddesini yürür, sonra semtin sonundaki kiraz ağaçlarından oluşan koruda biraz dolaşır, baharda gölün üzerine pembe kiraz çiçekleri dökülünce muhteşem bir manzaraya sahip olan ahşap köprüye gider, biraz da orada düşünür, belki ağlar, biraz tebessüm eder, köprünün korkuluğunun iki aralığından ayaklarını sarkıtıp bulduğu taşları göle fırlatırdı. Böylece ayaklarını dinlendirip, bedenini ağırlaştırırdı. Sonra da bakıp görmeyen, kulağıyla duymayan, dünyayı hissetmeyen biri olur, ayakları yere basmaz ve ruhu bir paçavraya dönüşürdü. Her zaman böyle akılsızlık etmezdi ama. Nadir de olsa kimi zaman düşüncelere dalmaya başlamadan kahrolup kendinden geçeceğini tahmin eder, ağlamak ve mutsuz olmak istemediği için kafasını dağıtmaya çalışırdı. Kimi zaman da bile isteye düşünmek, ağlamak ve mutsuz olmak ister gibi aksini yapmak imkansızmışçasına düşüncelere dalıp ağlardı. Acılanıp gözyaşı dökse de, harap olup yaşayan bir ölüye dönüşse de düşündüğünü düşünmek güzel gelirdi belki de.


Saatler sonra yağmur durulup çatılarda biriken su damlaları kiremitlerin çukurlarından yuvarlanarak gruplar halinde yere damlarken ev sahibi, büyük odadaki ahşap sandalyeyi bitişiğindeki baba yadigârı eski masaya doğru çevirdi ve kollarını uzatarak ellerini kenetledi. Düşüncelerinin zehri, zihnini kalın bir halatla örmüş ve başını ağırlaştırmıştı. Başı bir o yana bir bu yana düşüp boynunda müthiş bir ağrı duyunca bir anda zihni dağıldı ve aklına tartıların onu arada bir yüz kilo gösterdiği geliverdi. Gizemli bir şekilde senelerdir bedeninde ciddi bir kilo artışı olmamasına rağmen bazen yüz kilo geliyor, en fazla kırk elli kilo gelmesi gerektiğini tahmin edip bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Ev sahibi bu konuyu şimdi tekrar düşünüp, enine boyuna analiz etmeye çalışsa da bu gizemli duruma yine bir cevap bulamayınca sinirlendi. kafasını masanın üzerine yüzükoyun yatırıp off diyerek alnını ahşap masaya bir kaç defa vurdu ve dalgınlığından masayı titrettiğini fark etmedi. O kadar dalmıştı ki bakıyor ama görmüyor, baba yadigârı masanın güçlü bir darbe aldığı taktirde yarılacağını, belki de kalbi gibi kırılıp dağılacağını düşünemiyordu. Böylece bir kez daha ama bu defa daha güçlü bir şekilde alnını masaya vurunca masada bir çatırtı, başında bir sızı ve alnından burnuna, burnundan dudaklarına ve dudaklarından boynuna doğru ılık bir sıvının aktığını hissetti. Başındaki acının ve boynunda süzülen sıvının kaynağını merak edip elini yüzünde gezdirdiğinde avucunun ve parmaklarının allandığını, duvara astığı zarif ve görüntüsü bir o kadar masallardan fırlamışa benzeyen aynaya baktığında ise saçlarının çıktığı noktadan itibaren kafatasının eğri büğrü bir daire şeklinde yarılmış olduğunu gördü. Sonunda aklı başına geldi ve basküllerin onu bazen neden yüz kilo gösterdiğini anlamaya başladı. Hemen mutfağa gidip birkaç tıbbi malzeme koyduğu sepetten sargı bezini aldı ve tekrar sandalyeye oturarak, iş görecek şekilde başına bir parça doladıktan sonra lavaboya koşturdu. Yarılan kısmı düşürmemeye çalışarak başını baskülün üzerine koydu. Kafasını kaldırdığında baskülde yazan rakamlara göre başı elli kilo geliyordu. Ev sahibi henüz iki parça bedenini doğrultup yaşadığı ilginç olayı hazmedememişken ve ne tepki vermesi gerektiğini saptayamamışken. Vızz diye yüzüne doğru uçan kocaman sivri sineği fark etti ve göndermek için yaklaşık beş dakika uğraşıp başardıktan sonra kapıyı kilitleyerek lavabonun ortasında bulunan açık renkli, yuvarlak halının üzerine bağdaş kurarak oturdu.


Kafasında rengi kırmızıya dönen sargı bezini dikkatli bir şekilde açtı ve Kafasının zik zak çizerek bedeninden ayrıldığı kısmı eli ile özenli bir şekilde kaldırarak yanına koydu. Sonra ayağa kalkıp başını eğmek ve sağa sola sallamak sureti ile kafasının içindekileri dökmeye çalışacakken bir anda yüzü acınası bir hal aldı ve olduğu yerde kaskatı kesiliverdi... Kafasının içinde bulunan anıların bir kitle gibi, bir tümör gibi olduğunu anlamış olsa da yine de kafasından malum kişi ile olan anılarını çıkaramadı çünkü onu kafasından çıkarırsa asıl o zaman öleceğini ve bir hiçe dönüşeceğini biliyordu. Platon'un mağara metaforundaki dünyanın gölgelerden ibaret olduğunu sanan adamlardan biri olarak tanımlıyordu geçmişini. Gözleri o adamların gözleri gibi renksiz ve soluk, o adamlar gibi bedeni var ama ruhu yok, gemisi var ama kaptanı yoktu. Sonra malum kişi gelmiş, ev sahibini zincirlerini kırmaya ikna etmiş ve mağaradan çıkarmıştı. Böylece dünyayı anlamaya başlamış ve ilk defa aklı başında olarak sevmeyi öğrenmişti. Şimdi nasıl olurdu da kendisinin bu sığ ve renksiz mağaradan çıkmasına yardım eden bir kişiyi unutmaya çalışabilirdi! Bazen delirecek gibi olsa ve anıları bütün vücuduna acı verse de acı veren güzeldi ve acı çekmeye değerdi diye düşündü. Düşündü ki yeniden dünyaya gelecek olsa, yine malum kişiye güvenerek zincirlerini kırıp mağaradan çıkar, yine bu acıya katlanmayı kabul ederdi.

Böylece, özenle yanına koyduğu kafasının yarısını yine özenli bir şekilde başına yerleştirdi ve kanlı sargı bezini yeniden yarılan kısmın üzerine doladıktan sonra sırtını soğuk duvara yasladı. Duvar mı onu soğutuyordu yoksa o mu duvarı soğutuyordu... bilmiyordu. Ne düşünecek ne de konuşacak mecali kalmıştı ve artık gözleri kapanıyor, nabzı yavaşlıyor, dünya bir kararıp bir aydınlanıyordu.


Zaman sonra dışarıda güneş açmış, yağmur suları buharlaşmaya başlamıştı. Saat on ikiyi vurup kum saatindeki kumlar tükenince lavabo soğudukça soğudu ve koku alma yetisine sahip olan büyüklü küçüklü böceklerin patırtıları ile canlılık belirtileri peydah oldu. Dakikalar sonra ev sahibi dalgalı karanlıklar içerisinde görünmez olmuştu artık.