Akan mı, uçuşan mı bilinmez; bizi bu anlara kadar getiren; şekilsiz yahut içine girdiği günün şeklini alan şu zaman meredinin içinde melodramlara anca köhne kanallardaki Yeşilçam filmlerinde rastlayabiliyoruz. Belki birçokları Erol Taş ya da Suzan Avcı kahkahalarıyla; aldığı soluktan başka bir şeye sahip olmayan çocukların soluksuz gözlerine bile bakmadan değiştiriveriyorlar o kanalı da.


Geldiğimiz bugünlerde el altında bir değil iki çocuğun birden “Size baba diyebilir miyim amca?” sızısını, sızıntısını sayfa sayfa tutmayı sağlıyor Yusuf Çopur. “Şiir gibi konuşuyorsun be adam!” dedirtiyor, “Sus, ağlatacaksın!”. Kitabı kapatmak her türlü manasıyla elinizdeyken; okumaya, akıbete ağlamak isteyerek devam ediyorsunuz.


Bir Hüseyin var, sonra bir de Ömer oluyor. Babaları yerin dibinde bir adam, maden işçisi. Hasta. Ölüyor sonra. Yerin dibine gidiyor, yine. Hüseyin’in anne denince hatırladığı; dizlerini döven, ağıtlar yakan bir kadın. Bir de vicdansız biliyor annesini Hüseyin. Ömer hiç bilmiyor desek yeri. Bir bildiği, annesinin vicdansızlığı onun da. İki kardeşin kafalarındaki tek ortak fikir bu belki de. Yaşadıkları şey ortak çünkü, terk ediliş çünkü… Bir sofraya çağırılmadan gidememek oluyor terk ediş. Ve yine terk ediş; evin kapısını içeriden açanının olmaması demek oluyor. O kadar çok şey oluyor ki terk ediş. Aklınız anca tüm o satırları okurken alıyor, neler oluyor. Kalbiniz… O eziliyor, büzülüyor, bu çocuklara benziyor.


Hikâyeleri yol kenarlarında görüp gözlerimizi kaçırdığımız çocukların yüzlerini hatırlamaya zorluyor. Gölgelerin farkına varmayı sağlıyor, aslında dedirtiyor, acaba diye sordurtuyor. Dayatmalardan başını kaldırabildiğinde uyumak için başını koyduğu tüm odalar, kör odalar Ömer’in. Eğer Ömer bir odanın içindeyse hikâyede, içimden “pencere önü çiçeği” demek geliyor bu oğlana. Karanlıkta düş göremiyor, hayâl kuramıyor. İçerliyor da buna. Şu oğlan için bir şeyler yapmak mümkün olsa, deyip çaresizliği siz de hissediyorsunuz. Hüseyin’i okurken “pencereden kar geliyor” tınlamaya başlıyor içimde. Ben bu çocuklara düş kurmaya didiniyorum, onu anlıyorum. Hâlihazırda türkülerle bezenmiş olan kitabın bazı yerlerine siz de işte buraya da bu türkü olsun, diyebiliyorsunuz aniden. Ya da demeye kalmadan içinizde çalmaya başlamış oluyor. Kardeş oldukları hâlde birbirlerini sevemeyen, çok isteyip de sevemeyen bu küçük adamlara üzülürken içinizde Erkan Oğur başlıyor “iki keklik” demeye. Çocukların içinden her anne kelimesi geçtiğinde, durun, diyorum, çocuklar, “kalpten kalbe bir yol vardır, görülmez”. Ne türküler, ozanlar gelip geçiyor ve siz nicelerini geçiriyorsunuz hikâyenin içinden…


Hayatımızda kenara ittiğimiz ne varsa eliyle koymuş gibi alıp gözlerimize sokuyor Yusuf Çopur. Çocukların alter egoları sizinkini de dürtüklüyor sanki. Galata’dan aşağı Karaköy’e giden merdivenleri inmek ya da Sıraselviler’den bir sokak öteye; Tarlabaşı’na baş uzatmak geçiyor insanın içinden. Dayak yiyen, hakarete uğrayan ve bunlara maruz kaldığı hâlde o evin sokak kapısına çıktığında “kocandır, döver de sever de” zihniyetiyle burun buruna olduğunu bildiğinden; artık hiç sevmediği kocası ölsün diye dualar ederek ıstıraplı evinde dizini kırıp oturan kadınlar anca oralarda gibiler. İnsanlığın her türlüsüne rastlanabilecek kıraathaneler, görücü usulü ile kızlara paha biçilerek yapılan evlilikler, kimsesi kalmamış çocuklar ve yaratmaya çalıştıkları kimseler ve hatta kavuşulamayan, ömürce beklenen aşklara anca öyle köhne neresi varsa, orada rastlanabilirmiş gibi geliyor. Yeşilçam filmlerine nasıl öyle kanallarda rastlayabiliyorsak artık… Yusuf Çopur yüzümüzü bu çocuklara, bu hayatlara çeviriyor. Bunlar hâlâ oluyor, diye etimizi sıkıştırıyor. Küçücük çocukların hiç var olmayan inançlarıyla kuramadıkları düşlere yanıyorsunuz. Artık köhne kanallarda melodramlara rastlayıp kötü kahkahalar duyduğunuzda kaşlarınızı çatıp bakıyor oluyorsunuz. Söyledim ya, çocukların alter egosu sizinkini de dürtüklüyor. Uykusundan uyandırıyor.


“Uyku. En iyisi. Hiçbir şey hissetmiyor insan. Ölüyor. Ne bir acı. Ne bir keder. Hemen geçiyor zaman. Ölüler için de böyle mi acaba? Uyku, sen bırakma beni. Sen de olmasan nasıl unuturum, nasıl yaşarım nasıl?” (142) Oysa siz biliyorsunuz; bir düş kurabilse Ömer kendine, yaşardı, ölüme dost demeden yaşardı. Fakat kitabın sonuna geldiğinizde en az ve en çok onlar kadar biliyor oluyorsunuz artık: Kapkara düş görünmez uykuda.


Kaynakça:

Çopur, Yusuf. Bir Uzak Düş. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013.