Dünyada yazılmamış hiçbir hikaye yoktur. Benim hikayem hariç. Günümüz yazarları sürekli, artık yazılacak yeni bir konunun olmadığından yakınırlar. Oysa bu görüşün yanlışlığını fark edebilmek için kafalarını kaldırıp birazcık kendi hayatlarına bakmaları yeterli. Ben dünyadaki her insana birer hikaye gözüyle bakarım. Başta da kendime.
Dünyaya öğretmen bir baba ve ev hanımı bir annenin ilk ve tek çocukları olarak geldim. Memur çocuğu olduğum için memleketi doya doya gezme fırsatı buldum. Babamın tayini çıktıkça göçmen kuşlar gibi arkamıza bakmadan o şehirden bu şehre yol aldık. Her limanda bir sevgilisi olan denizciler gibi her şehirde bir arkadaş, bir anı, bir yaşanmışlık bıraktım ardımda. Bazılarını silip attım kafamdan, bazılarını da olduğu gibi hatırlar, içimde yaşatırım.
Herkesin kendini bildiği, tanıdığı, fark ettiği bir yaş vardır. Kimisi dokuz yaşından öncesini hatırlamaz. Kimisi de beş yaşından itibaren yaşadığı her şeyi bilir. Ben kendimi bildiğimde Van’daydık. Van’ın küçük bir köyünde. İlkokula başlamıştım. Annemle babam titizlikle üzerime titremesine rağmen beni köydeki çocuklardan ayrı tutmuyorlardı. Onlarla yiyip içiyor, gezip tozuyordum. Köydeki çocuklar arasında hocanın oğlu diye adım çıkmış ve sağlam bir forsum olmuştu. Okuldan sonra boş bir tarlaya gider maç yapardık. Herkes benimle aynı takımda olmak isterdi. Ben de kimseyi kırmamak için maçın ilk yarısında bir takıma, diğer yarısında öteki takıma geçerdim. Zaten hiçbir zaman amacım kazanmak olmadı. Her türlü, eğlenceme bakıyordum ben.
Yusuf diye çok sevdiğim bir arkadaşım vardı Van’da. Saf, temiz ve içten bir çocuktu. O okuldan sonra bizimle oyun oynamaya gelmezdi. Bir koşu eve gider, üstünü değiştirir, sonra babasının otlattığı koyunları devralmaya giderdi. Akşam hava kararıncaya kadar koyunlarının başında durur, güneş batarken de geri getirirdi. Bazen ben de Yusuf’un peşine takılırdım. Önümüze hayvanları katıp dağ bayır gezerdik. Koyunlar otlak bir yer bulup uslu uslu beslenirken biz de bir ağaca sırtımızı dayar, Yusuf’un annesi, Sıdıka teyzenin yaptığı gözlemelerle, annemin yaptığı erik kompostosunu afiyetle yiyip içerdik. Bir ceviz ağacına denk geldik mi bir dakika beklemez en tepeye çıkmak için birbirimizle yarışırdık. Ben topladığım cevizleri baklava yapsın diye anneme götürürdüm. Yusuf’un topladıklarını oracıkta kırıp yerdik. Bana sürekli hayallerinden bahsederdi. Bir gün okula gelmedi. Okul çıkışında evine uğradım. Sıdıka teyze koyunları otlatmaya gittiğini söyledi. Ben de hemen yanına gittim. Eline uzun bir sopa almış, sürüden ayrılmış koyunların peşinden koşuyordu. Onu görür görmez uzaktan seslendim:
-Kolay gelsin.
-Sağ ol.
-Bugün niye okula gelmedin?
-Babam rahatsızlandı sabah. Hayvanları çıkaramayınca iş bana kaldı. Fazla ders yaptınız mı?
-Çok değil. Kaçırdığın ne varsa anlatırım şimdi, merak etme.
Hiç oralı olmadı. Anlaşılan ders pek de umurunda değildi. Bakışlarını uzaklara dikip derin düşünceler içinde daldı gitti. Sonra hipnozun etkisinden çıkmış biri gibi silkinip bana döndü.
-Gideceğim buralardan, dedi.
-Uğurlar olsun, yolculuk nereye diye alaya aldım.
-Şaka yapmıyorum Orhan. Babam hasta. Yakında hakkın rahmetine kavuşacak. O zaman beni burada tutacak hiçbir şey kalmayacak. Anamı da yanıma alıp İstanbul’a gideceğim.
Bunu konuştuğumuzda ortaokuldaydık. Onu hiç bu kadar kararlı görmemiştim. Ağzında sürekli bir İstanbul lafı dolaşırdı ama pek aldırmazdım. O zamanlar hangimizin bir İstanbul rüyası yoktu ki… Onunki de bunlardan biri sandım.
-Ne yapacaksın oğlum İstanbul’da diye sordum.
Aynı kararlılıkla yüzüme baktı:
-Önce koyunları satarım. İstanbul’da uzaktan bir akrabam var. Onu bulurum. Bana yol yordam gösterir. Belki bir dükkan, belki bir tezgah. Ne sattığım hiç önemli değil. Koca İstanbul… Ne satarsam satayım elbet bir alıcısı olur. Aç kalacak halimiz yok.
O zamanlar Yusuf’un bu hayalleriyle dalga geçiyordum. Şimdi ise hatırladıkça hayret ediyorum. O yaştaki bir çocuğun böyle bir gelecek planı yapması şaşılacak şeydi doğrusu.
Yusuf İstanbul’a gitti mi, dükkanını açtı mı, bilmiyorum. Çünkü aramızda bu konuşmanın geçtiği yıl babamın tayini çıktı ve onu bir daha hiç görmedim. Babamın tayini Ordu’ya küçük bir ilçeye çıktı. Buraya hiçbir zaman uyum sağlayamadım. Liseye orada başlamıştım. Yalnız orada Van’daki forsum yoktu. Babam bana her zaman memleket ayrımcılığı yapmamamı öğütlerdi. Ben de bunu kendime bir düstur edinmiştim. Ama maalesef Ordu’da tanıdığım insanlar bende hep kötü bir izlenim bıraktılar. Daha ilk taşındığımız yaz cep harçlığı çıkartmak için ikinci el koltuk ve beyaz eşya satan bir dükkanda bir iş buldum. Dükkanın sahibi Metin Abi bütün ağır işleri bana yaptırmakla yetinmiyor, bir de sürekli kızıp bağırıyordu. Hayatımda bu kadar aşağılandığımı hatırlamıyorum. Gururumdan evdekilere de bir şey söylemiyordum. Bir gün depodaki eşyaları düzenlerken yanlışlıkla bir dolabın kapağını kırdım. İşte o gün her zamankinden bir adım ileri gitti ve bana tokat attı. O anda arkama bile bakmadan ağlayarak eve geldim. Annemle babam ısrarla ne olduğunu sordular. Ben de önemli bir şey olmadığını ve artık çalışmayacağımı söyledim. Babam biraz üsteleyince olanı biteni baştan başlayarak anlattım. Daha bitirmeden ceketini alıp hışımla çıktı. Sonradan öğrendiğime göre o gün adamı epey hırpalamış. Ben bunun yeni gelmiş bir öğretmen için kötü bir imaj oluşturacağını düşünmüştüm ama o gün çevredeki tüm esnaf babamı tebrik etmiş. Herkes biliyormuş bu adamın ne mal olduğunu. Kimisine borç takmış, kimisini kandırmış, dedikodusunu yapmış, iftira atmış…
Elbette tek bir insandan yola çıkarak böyle bir genelleme yapmıyorum. Yine aynı yaz babam iki kez dolandırıldı. Taşındığımız evin duvarları çok kötüydü. Babam da boyatmak için alelacele iki usta buldu. Adamlar boyaları bizim mi yoksa kendilerinin mi alacağını sorunca babam onların almalarını ve kaliteli bir boya seçmelerini rica etti. Ustalar işçilik için de boyalar için de sağlam bir para aldılar. Aradan çok uzun bir zaman geçmeden duvardaki boyalar çatlamaya ve kağıt gibi kalkmaya başladı. Babam, bu konuyu göreve başlayacağı okulun sevecen ve babacan okul müdürüne açtı. (Okul müdürü Ordu’lu değildi.) Sağ olsun güvendiği bir ustayı babama yönlendirdi. Bu adam evimize gelip duvarlara baktı ve kullanılan boyanın çok adi ve ucuz olduğunu söyledi. Ayrıca işçilik için verdiğimiz para da çok fazlaymış. Babamla birlikte bir nalbura gittiler. Babama en iyi boyayı gösterip aldırmış. Sonraki gün gelip akşama kadar tüm evi boyadı. Bir kuruş da para almadı. Babam ısrar edince,
-Vallahi kabul edemem hocam. Zaten bu üçkağıtçı düzenbazlar yüzünden paran yanmış. Bir de ben mi acına tuz ekleyeyim. Ölürüm de almam. (Bu usta da Ordu’lu değildi.)
İkinci dolandırılma vakası ise daha vahimdi. Bir ara arabamızdan takır tukur sesler geliyordu. Babam arabalardan pek anlamaz, yalnızca işe gidip gelmek için kullanır. Doğruca alıp sanayiye götürdü. Oradaki usta da arabanın altındaki bir parçanın değişmesi gerektiğini, bir hafta sonra gelip almamızı söyledi. Bir hafta sonra gidip arabayı aldık. Adam babamın beklediğinin epey üstünde bir ücret istedi. Babam sebebini sorunca da değişen parçanın çok pahalı olduğunu öne sürdü. Aradan biraz zaman geçti. Bir gün babamın okulundaki öğretmen arkadaşlarından biri gelip babama olayı anlattı.
-Valla Hatem Hocam, benim bile sinirim zıpladı. Benim arabanın bakımını yaptırmaya götürmüştüm. Beklerken sanayinin çay ocağında oturayım dedim. Ustalar kendi aralarında konuşuyorlardı. Bir tanesi “Lan Nazmi şu öğretmenin parasını nasıl hiç ettiğini anlatsana” dedi. Öteki sırıtıp onlara baktı. “Hangisi? Şu ilkokuldaki mi? Anlatayım. Bu dümbük oğluyla geldi buraya. Böyle pek bir kibar. Belli, arabadan da anlamıyor. Dedim ‘Senin iş biraz yaş hoca. Bunun bir parçasının mutlaka değişmesi lazım.’ Böyle bön bön suratıma bakıyor. Ne yapalım gibilerinden. Halbuki arabada hiçbir şey yok. Ee, devlet, bu memur takımına iyi bakıyor. Onlar da biraz bize baksın değil mi?” Yani oracıkta adamın boğazına sarılmamak için kendimi zor tuttum.
Babam daha fazla dinleyemedi. Perişan olmuştu. Hemen o gün emin olmak için başka bir oto tamirciye götürdü arabayı. Gerçekten de hiçbir parça değişmemişti. Babam adamın yakasına yapışmayı düşündü. Sonra “Allah’ından bulsun namussuz” deyip vazgeçti. Yine de bu olay onda unutulmaz bir etki yaratmıştı. Babam insanlara güvenmeyi bırakmıştı.
Bunların haricinde okulda da kimseyle anlaşamadım. Herkes çok soğuk geliyordu bana. Kendi hayatımdan yola çıkarak ülkemizin nadide bir şehrini ve bu şehrin insanlarını bu şekilde itham etmek elbette yakışık değil. Hem belki de sorun bendeydi. Belki de uyumsuz olan bendim. Bunu da sıklıkla düşünüyordum. Ama yine de Ordu’nun insanlarını sevemedim. Tek bir kişi hariç. Mahallemizin imamı Fahrettin amca…
O sıralar insanlardan uzaklaşıp babamın kitaplarına dadanmıştım. Elime ne geçerse okuyordum. İçimde müthiş bir edebiyat aşkı doğmuştu. Rus klasikleri, Fransız romantikleri, İngiliz ve Amerikan edebiyatı, Türk edebiyatının şaheserleri… Kitap okumayı seven insanlara en sevdiği kitap sorulduğunda genellikle okudukları en kalın kitabı söylerler. Hani şu tuğlaya benzetilen kitaplar… Oysa benim en sevdiğim kitaplar hep kısa olanlardır. Tembelliğimden dolayı değil, gerçekten öyle olduğu için. Bu kadar az kelime sarf ederek nasıl böyle bir eser ortaya koymuşlar diye şaşarım. Dönüşüm, Fareler ve İnsanlar, Kırmızı Pazartesi, 9. Hariciye Koğuşu, Şeker Portakalı… Daha nice örnekler var. Hepsi de muazzam eserler.
Okuldan ve kitap okumaktan arta kalan vaktimi yürüyüşe çıkarak dolduruyordum. Dağ bayır yürüyordum. Düşüncelere dalarak, geleceğimi düşünerek, hayatımı sorgulayarak öyle yürüyordum ki bütün yolculardan, bütün gezginlerden daha fazla yol kat etmişimdir. Yürümek bana gerçekten iyi geliyordu.
Çok dini bütün bir insan değildim. Ortalama bir vatandaş kadar Müslümandım. Vakit namazlarını kılmaz, Cuma namazlarındaki kalabalıktan da eksik olmazdım. Ramazanlarda orucumu tek bir gün bırakmaz ama akşama kadar uyurdum. Kuran okumayı Van’da yazları gittiğim kursta öğrenmiştim. Yalnız kapağını cenazeden cenazeye açıyordum. O da yalnızca altı sayfalık Yasin suresini okumak için. O yaşıma kadar bir kez olsun bu kitap ne anlatıyor diye açıp mealine bakmamıştım. Camimizin imamı Fahrettin Amca ellisini devirmiş, saçı sakalı aklaşmış, göbeği önüne düşmüş, ilkokul kitaplarındaki Nasreddin Hoca resimlerini aratmayan, tatlı, hoşsohbet bir adamdı. Ben caminin önündeki parkta kitap okurken sık sık karşılaşırdık. Bazen namazdan sonra yanıma gelirdi. Bana öğütler verir, sıkmadan, bunaltmadan mesneviden hikayeler anlatır, peygamberlerin kıssalarından bahsederdi. Ben de ona dini konularla ilgili sorular sorardım. Bir keresinde cennetle cehennemi sormuştum. Hiç beklemediğim bir cevap vermişti.
-Bak Orhan oğlum, cennetle cehennem dediğin şey öyle somut, insanların hayal ettiği gibi bir şey değildir. İnsanlar cenneti içinde bağlar, bahçeler, altın köşkler, billur ırmakların olduğu bir mekan sanır. Orada sonsuza dek mutlu, rahat ve sefahat içinde yaşayacağını düşünür. Cehennemi de hiç bitmeyen, her tarafından alevler savrulan koca bir ateş yığını olarak görürler. Bunlar aslında insanoğlunun iki temel duygusunu, davranışını temel alan bir kandırmacadır. Tembellik ve korku… İnsan var olduğu ilk günden beri bu iki esasla hareket eder. Sürekli daha fazla para kazanmaya çalışır çünkü ileride rahatça, doya doya tembellik etmenin hayalini kurar. Daha fazla ibadet eder çünkü cennette yan gelip yatmanın, aylak aylak dolaşmanın yolu bundan geçer. Diğer bir esasımız ise korkaklık. İnsan, yapısı itibariyle korkaktır. Karanlıktan, yükseklikten, yalnızlıktan, küçük bir böcekten, kocaman bir uçaktan… Her şeyden korkar. Ama en çok da neyden korkar, biliyor musun? Kendisine bir şey olmasından. Canına zarar gelecek diye ödü kopar insanın. Tırnağının kırılmasına, parmağının kanamasına dayanamaz. Şimdi düşün. Kendine bu kadar değer veren insanların karşısına çıkıyorsun ve diyorsun ki “Yanacaksınız” Hem de öyle birkaç dakika değil, sonsuza dek. Her an, her saniye bu acıyı duyacak, her tarafında hissedeceksin. Bunun o insan üzerinde oluşturacağı yıkımı hesaplayabiliyor musun? Şu anda bu bile insanları günah işlemekten alıkoyamıyorken bir de ortaya hiç böyle bir şey atılmadığını düşünsene. Kim bilir nasıl bir kaos olur, ne tür vahşetler ortaya çıkardı. Cennet dediğin şey nedir biliyor musun? Bir çocuğun yüzünü güldürmektir. Uzun bir gurbetin dönüşünde annene, babana sarılırken içinde duyduğun histir cennet. Evinin bahçesine çıkıp bahçendeki çiçeği hiçbir derdin, tasan olmadan içine çekerek koklayabiliyorsan işte bu senin cennetindir. İnsan cennet için bundan fazlasını beklerse hüsrana uğrar. Cehennem de böyledir. Anneni, babanı, eşini, evladını utandıracak, onların başını eğdirecek bir şey yaptıysan, insanların içine bakacak yüzün yoksa, kendinden bile iğreniyorsan zaten o anda cehennemin yedi kat dibindesindir. Ateşlerin içinde yanmak gül bahçelerinde dolaşmak gibi gelir bunun yanında. Sen sen ol cennetini hayatından eksik etme.
Fahrettin Amca’nın bu cümleleri bugün bile beni hayrete düşürür. Hani bu cümleleri bir Cuma vaazında dile getirse cemaat kim bilir ne tepki verir. Adamı linç ederler belki. Yine de söyledikleri hiç mantıksız şeyler değil. Daha sonra üzerine uzun uzun düşündüm bunların.
Başka bir gün de elinde birkaç kitapla geldi. Peygamberler tarihi, fıkıh ve islam felsefesi ile ilgili kitaplar. “Fırsat bulursan bunları da oku evladım, zaten camide benden başka okuyan yok. Belki ilgini çeker” dedi. O kitapları hiçbir zaman okumadım. Okumak istedim ama hep öncelik verdiğim başka kitaplar oldu. Hala evde, kitaplığımın sessiz bir köşesinde dururlar.
Fahrettin Amca’nın yeri bende hep ayrı oldu. Tanıdığım tüm cami imamlarından farklıydı o. Hoş çok fazla da imam tanımadım. Okuduğum kitapları beğenmiyordu. Bu kitapların bana pek bir şey katmayacağını, inancımı zayıflatacağını söylüyordu. Bu kitaplara uzak bir insan da değildi. Söylediğine göre Karamazov Kardeşler’i iki defa okumuştu. Hatta Staretz Zosima’dan hayranlıkla bahsederdi. Ama beni bu kitaplardan hep uzak tutmaya çalışıyordu. Bize uygun olmayan görüşlerden etkilenebilirmişim. Haklı da çıktı. Hep Rus romanlarındaki nihilist karakterlere özendim.
Babamın tayini İzmir’e çıkınca Fahrettin Amca’yla da bir bağım kalmadı. Onu sevmeme rağmen hiçbir zaman arayıp sormak içimden gelmedi. İzmir’e gelmek bizde ailece bir antidepresan etkisi yarattı. Daha taşınırken komşularımız eşyalarımızı taşımamıza yardım ettiler. Güler yüzlülük burada bulaşıcı bir hastalık gibiydi. İçimden yoldan geçen insanları kolundan tutup sohbet etmek geliyordu. Sanırım bunda ayrıldığımız şehrin etkisi de büyüktü.
Oturduğumuz apartmanın ilk katında Necla Teyze yaşıyordu. Enerjisi yüksek, yaşamayı seven, dinç bir kadındı. Evinin balkonunda boy boy saksılar, rengarenk çiçekler vardı. Kocasını uzun zaman önce kaybetmiş. Bir kızı, bir de oğlu varmış. İkisi de işi gereği İstanbul’da yaşıyormuş. Annelerini yanlarına almak için çok çabalamışlar ama bir türlü ikna edememişler. Her seferinde “Aklımdan zorum mu var benim gül gibi İzmir’imi bırakıp gideyim” diyormuş. Bu cümlenin kıymetini İstanbul’a geldikten sonra anladım. Necla Teyze bana çok güzel bademli un kurabiyesi yapardı. Çok marifetli bir kadındı. Yemeklerini aşkla yapardı. Bize de sık sık gönderir, bazen de direkt yemeğe davet ederdi. Aynı zamanda kültürlü bir kadındı. Bazen oturup saatlerce edebiyat, sinema, müzik, felsefe konuşurduk. Gençliğinde çok gezmişti. Gençlik anılarını anlatmaya bayılırdı. Ben de büyük bir heves ve merakla dinlerdim. O sıralar bir şeyler yazmaya başlamıştım. Fırsat buldukça ona da gösteriyor, fikrini alıyordum. Beni kırmak istemediğinden mi yoksa gerçekten öyle düşündüğü için mi bilmem her yazdığıma övgüler yağdırırdı. “Senden büyük bir yazar olacak, demedi deme” diye gönlümü hoş ederdi. Doğruyu söylemek gerekirse Necla Teyzeyi bütün akrabalarımdan daha çok severdim. Okula giderken cebime harçlık bile sıkıştırırdı. Her seferinde de “Bana bak, aramızda bu. Babana falan söylersen külahları değişiriz” derdi. Kendi kendime düşünürdüm “Bir insan nasıl bu kadar mükemmel olabilir” diye.
Hemen üst katımızda da Sinan Amca’lar otururdu. Sinan Amca çocuk doktoruydu. Yaşına göre genç görünen bir adamdı. Belli ki kendine bakıyordu. Onu hiç sakallı görmedim. Her gün tıraşını olur, saçlarını arkaya tarar, takım elbisesini giyerdi. Ama takım elbisenin getirdiği sahte ve yapmacık ciddiyete kapılmazdı. Aksine oldukça neşeli, herkesi kahkahalara boğan bir karakteri vardı. Mahalledeki çocuklara ve hastalarına vermek için cebinde sürekli şeker ve çikolata taşırdı. Eşi Selma Teyzenin de ondan farkı yoktu. Selma Teyze yakın bir arkadaşıyla birlikte vintage kıyafetler satan bir butik işletiyordu. Son zamanlarda bu tarz kıyafetler çok rağbet görüyordu. Kendisi de giyimine pek düşkündü. Tahminimce Sinan Amca’nın kıyafetlerini de o seçiyordu. Sinan Amca izinli günlerinde hep yetmişlerin seksenlerin modasına uygun kazaklar, gömlekler, paltolar giyiyordu.
Selma Teyzeyle ilgili birçok detay kalmış aklımda. Mesela vejetaryendi. Bunda küçükken bir kurban bayramında gördüğü dehşet verici bir manzaranın çok büyük etkisi olduğunu söylüyordu. Astrolojiye aşırı meraklıydı. Tanıdığı herkese burcunu sorar, her ay sıkılmadan o burcun yorumunu yapardı. Ben onu ilgiyle dinlemekle beraber burçlara hiç inanmazdım. Kadın-erkek ilişkileri hakkında konuşmaya bayılırdı. “Erkekler şunu ister şekerim”, “Kadınlara asla böyle yaklaşmamalı”, “İlişkiye gereken önemi vermezsen iki güne kalmaz ayrılısın” gibi kalıplaşmış laflar ediyordu. Hayvanları çocuğu gibi severdi. Evinde bir fino iki de kedi yavrusu besliyordu. Fakat bunların ötesinde bir detay var zihnimde. O da biricik kızı Yasemin…
Klişelerden nefret ederim ama gerçekten Yasemin’e ilk görüşte aşık olmuştum. Kestane rengi saçları, yeşil yemyeşil gözleri, insana dünyanın en güzel hayallerini kurduran bakışları… Yasemin’le aynı sınıfa gidiyorduk. Sınıftakilerle tanışıp kaynaşmamı o sağlamıştı. Oysa benim gözlerim hep ondaydı. İnsanlarla çok iyi iletişim kurmama rağmen bir kızdan hoşlandığımda elim ayağım birbirine dolaşıyordu. İki lafı bir araya getiremiyordum. Yasemin bunu fark etmiş olacak ki bütün yükü üzerine almıştı. Bir gün okuldan sonra sahile gittik. Denize bakan bir banka oturup konuşmadan manzarayı seyrettik. Bir anda elimi tuttu. O an dünyayı durdurmak, hep o anın içinde kalmak istedim. İçimden bu eli hiç bırakmayacağıma dair kendime söz verdim. O günden sonra her şey çok güzel oldu. Okuldan sonra birlikte sinemaya gidiyorduk. Hafta sonları akşama kadar gezip dolaşıyorduk. Birbirimize kitaplarımızı verip alıyorduk.
Yazılarımı ve okumalarımı ihmal etmiyordum. Babamın kitaplarını çoktan bitirmiştim. Okudukça yeni kitaplar alıyordum. Bir de bir sürü not defterim vardı. Bu defterlere aklıma gelen fikirleri, gün içinde yaşadığım kayda değer olayları, okuduğum kitapların özetini yazıyordum. Hikayelerim için ise daha geniş ajandalar kullanıyordum. Yazdıklarımı Yasemin’le de paylaşıyordum. Dikkatle okuyor, beni şaşırtacak derecede profesyonel yorum ve eleştirilerde bulunuyordu. Bu, her şeyden önce yazdıklarıma, yani bana önem verdiğini gösteriyordu. Her şeyin iyi gitmesi beni her zaman korkutur. Bir felaketin yaklaştığını düşünürüm. O zaman da öyle oldu.
Yasemin’le iki yılı devirmiştik. Üniversite sınavı yaklaşıyordu. Aklımda ne okuyacağıma dair bir fikir yoktu. Kendime bir hedef de belirlememiştim. Derslerim iyiydi. Kafam matematiğe basıyordu. Nedense herkes buna çok önem veriyordu. Yasemin’in aklında İstanbul’a gidip moda tasarım okumak vardı. Ben de sonunda biraz babamın ısrarıyla biraz da hayranı olduğum bazı oyuncular, yönetmenler, senaristler ve farklı sektörlerdeki başarılı insanlar bir şekilde bu yoldan geçtiği için mühendislik okumaya karar verdim. Sanırım mühendislik okuyanlar dünyaya çok farklı açılardan bakabiliyorlardı. Her şeyden önce büyük bir disiplin kazanıyorlardı. İlgilendikleri her şeyi kusursuz yapmaya çalışıyorlardı.
Sınavım gayet iyi geçmişti. Sınavdan bir hafta sonra Yasemin’le bir kafeye gittik. Yüzü solgundu. Canı sıkkın gibiydi.
-Sana bir şey söyleyeceğim, dedi.
Biraz durakladı. Sanki söyleyeceği şeyi geciktirerek üzerimde yaratacağı etkiyi azaltacağını düşünüyordu. Birden kelimeler bir çırpıda döküldü ağzından.
-Ben ayrılmak istiyorum.
Hislerim beni yanıltmamıştı. Beklediğim felaket sonunda gelip bulmuştu beni. Bir cümlenin bir insan üzerinde böyle bir yıkım oluşturacağını o gün öğrenmiştim. Bu cümle sivri kayalıkların olduğu bir yamaçtan aşağı itilmek gibiydi. Ona “Neden?” diye sormadım. Gözlerinde çok kesin bir kararlılık vardı. Son zamanlarda onunla pek ilgilenemediğimi farkındaydım. Dikkatimi sürekli derslere ve yazdıklarıma veriyordum. Ama tek sebep bu olamazdı. Belki geleceğindeki hayallerinde beni yanında görmüyordu. Belki de sadece bana karşı olan sevgisi bitmişti. Galiba biraz da alacağım cevaptan korkarak bu soruyu ona hiçbir zaman sormadım. Sessizce başlayan ilişkimiz yine sessizce sona ermişti.
Bu olaydan birkaç gün sonra Yasemin, ailesiyle birlikte tatile gitti. O yaz benim için berbat geçti. Sınav sonuçları açıklanmış, tercihimi yapmış, Ankara’da makine mühendisliği kazanmıştım. Bu haber evde coşkuyla karşılandı. Oysa ben sabah akşam Yasemin’i düşünüyordum. Ona soramadığım “Neden?” sorusunu her gün kendime soruyordum. Okullar başlamadan ve Yaseminler geri dönmeden Ankara’ya gidip kaydımı yaptırdım. Yurtta kalmak istemediğimden ufak bir apartman dairesi kiraladım. O sıralar maddi durumumuz iyiydi. Ayrıca masraflarımı hesaplayınca arada çok fazla fark olmadığını gördüm.
İlk yıl pek kimseyle konuşmadım. Sabah kalkıp derse gidiyor, akşam da hiçbir yere uğramadan eve geliyordum. Soğuk havalar, sürekli bulutlu bir gökyüzü, daima ciddi ve asık suratlı memurlar…Dışarı çıkmamak için bunlar bile yeterli sebeplerdi. Derslere yalnızca sınavları geçmek için çalışıyordum. Kesinlikle ileride yapmak istediğim iş bu değildi. İkinci yıl biraz daha boşladım her şeyi. Sabahtan akşama kadar bir şeyler okuyup yazıyordum. Geceleri de film izliyordum. Benim için evde olduğum ve bunları yaptığım anlar tam bir ütopyaydı. Kapıdan dışarı adım attığımda ise ortalık George Orwell’in 1984’ünü aratmıyordu. Dışarıda acımasız bir hayat vardı. Her ay ödemem gereken elektrik, doğalgaz ve su faturası vardı. Beni bekleyen korkunç bir gelecek, benden beklentisi olan insanlar, gün geçtikçe artan sorumluluklar… Bütün bunlar yokmuş gibi hayata toz pembe bakamazdım. İkinci dönemin sonlarında aklımı başıma alıp derslerimi toparladım. Uykumu düzene soktum.
Üçüncü sınıfta insanlardan çok uzaklaştığımı fark ettim. Kendi içime kapandıkça iletişim becerilerim zayıflıyordu. Neredeyse annemle babam dışında kimseyle konuşmuyordum. Bir gün fakültede başka bir bölümün öğrencilerinin açtığı bir stand gördüm. Kendi aralarında bir tiyatro kulübü kurmuşlardı. Üye alımı yapıyorlardı. Hem edebiyata olan ilgimi pekiştirmek için hem de biraz sosyalleşmek maksadıyla gidip adımı yazdırdım.
Haftada iki gün toplanıp doğaçlama çalışmaları yapıyorduk. Başta her şey gayet hoştu. Gülüp eğleniyorduk. Herkes birbiriyle mükemmel anlaşıyor, sürekli “Şurada buluşalım”, “Buraya gidip eğlenelim” diye programlar yapıyorlardı. Daha sonra dikkat ettim ki buluşanlar, gelmeyenlerin arkasından konuşuyor. Birbirleri hakkında demediklerini bırakmıyorlar. Oyunculuklarının berbatlığından tutun da fiziksel özelliklerinde kusur bulmaya kadar… Kendi kendime “Ben nasıl bir yere düştüm” dedim. Yalnız orada ilgimi çeken iki kişi vardı. Volkan ve Oğuz… Bu ikisinin insanı kıskandıracak bir arkadaşlığı vardı. İkisi de son sınıf öğrencisiydi. Aynı bölümde ve aynı sınıftaydılar. Bu da yetmiyormuş gibi bir de ev arkadaşıydılar. Bir insan kendine bile bu kadar tahammül edemezken bunlar nasıl birbirine dayanıyorlar diye düşünüyordum. Duyduğuma göre birinci sınıftan beri çok yakın arkadaşlarmış. Birbirlerinin en zor günlerinde yanında olmuşlar. Arkadaşlıkları bir sürü zorlu sınavdan geçmiş. Bilen bilir, üniversitenin başlarında müthiş anlaşan iki insan ilk yıl bitmeden kanlı bıçaklı olur. Ne arkadaşlıkların bitişine şahit oldum. Oğuz’la Volkan’ı drama çalışmalarının dışında da sık sık görürdüm. Bazen üniversitenin yemekhanesinde, bazen kütüphanede, bazen şehir içinde. Genellikle yan yanaydılar. Oğuz’a arada sırada bir kafede kız arkadaşıyla otururken rastlardım. Volkan ise Oğuz olmadığında ya yalnız başına ya da kalabalık bir arkadaş grubuyla çıkardı karşıma. Hayatım boyunca hiç öyle bir arkadaşım, daha doğrusu arkadaşlığım olmadı. İnsanlarla arama hep net çizgiler, aşılmaz duvarlar koydum. Kesinlikle soğuk bir insan değildim. Hiçbir zaman da olmadım. Sadece yakınımdaki insanlara hayatımla ilgili çok asgari seviyede bilgiler veriyordum. Bana derdini anlatan arkadaşlarıma da çözümler bulmak yerine başımı sallamakla yetiniyordum. Kimseyi üzmemeye özen göstermekle beraber karamsar bir insan olduğumu kabul ediyorum. Ama bu asla benim suçum değildi. Tabiatım böyleydi. Bunu değiştirmek elimden gelmiyordu.
Son sınıfta bir arkadaşımın tavsiyesiyle hikayelerimden birkaçını dergilere yollamaya başladım. Önce hiçbir geri dönüş olmadı. Sonra geniş kitlesi olan bilindik bir dergiden hikayemi yayınlamak istediklerine dair bir mail geldi. Öyle heyecanlandım ki anlatamam. Herhalde geri döneceğini beklediğim en son dergi buydu. Çok meşhur isimlerin hikayelerini, şiirlerini, karikatürlerini yayınlamakla birlikte genç yazarlara da büyük fırsatlar tanıyorlardı. Haftalık yayınlanıyordu. Son derece kaliteli, vizyonlu, gündemi yakalayan ve toplumsal konulara duyarlı bir tarzları vardı. Hikayem yayınlandıktan sonra okurlardan mesajlar gelmeye başladı. Öyle güzel yorumlar, öyle övgüler gördüm ki… O anın tarif edilmez bir büyüsü vardı. İçimden “Acaba büyük yazarlar sürekli böyle mi hissediyor” diye sordum.
Üniversiteyi zar zor bitirdim. Mezun olduğumda elimde diplomamla beraber bir de bana ait ufak bir öykü kitabım vardı. Kitabı çıkarmadan önce birkaç farklı dergide de hikayelerim yayınlandı. Dergilerdeki okurlarımın da önemli bir katkısıyla kitabım beklediğimden daha fazla ilgi gördü. Okul da bitince kendimi hepten yazmaya verdim. Yayınevinden gelen ücretle hayatımı idame ettirip kısa süre içinde ikinci kitabımı çıkardım. Yavaş yavaş söyleşilere davet edildim. Kitap fuarlarına katıldım. Hikayelerimi çeşitli metaforlar ve imgeler üzerine kurdum. Bir mühendis titizliğiyle ve bir yazar edasıyla… Bireysel meseleleri, insanın iç dünyasını bir kez de ben kendimce inceleyip yazıya döktüm. Beğenenler olduğu gibi acımasızca eleştirenler, linç edenler, korkunç yorumlar yapanlar da oldu. Her gün yayınlanan fakat çıkartanların bile okumadığı gazetelerin, her konuda söyleyeceği bir şeyi olan köşe yazarları bile demediğini bırakmadı yazdıklarıma. Neticede bugüne kadar üç roman, dört de öykü kitabı çıkartarak bu camiada iyi kötü bir yer edindim.
İşte bu benim daha önce hiç yazılmamış hikayem. Bu hikayeyi benim gibi yazar olan bir arkadaşımın “Kardeşim yazacak bir konu mu kaldı? Artık aynı konuları değiştirerek tekrardan yazmaktan başka çaremiz yok.” demesi üzerine yazdım. Yayınlar mıyım, bilmiyorum. Ama son olarak çok sevdiğim bir yazarın çok sevdiğim bir sözüyle bitirmek istiyorum:
“Her insan vücut bulmuş bir hikayedir. Eğer okumasını bilirsen yazması yalnızca teferruattır.”