İkiz uyduların laciverde boyadığı kumlar, kafilenin ayakları altında kıtırdıyordu. Her adımda bileklerine kadar kuma batanlar ise ekipmanlarının şıngırtılarıyla bu suareye ritim tutuyordu. Teberlerle, devasa çantalarla mücehhez bu orkestraya On Dördüncü Müfreze adı verilmişti. Kimselerin ayak basmaya cesaret edemediği, habâsetle kaplı Doğu Çölü’nde şehre girecek sudan pay almak için hayatlarını bu kuru kumlarda tehlikeye atıyorlardı. Devleti temsilen Müsellembaşı Korak ve En Büyük Hane’yi temsilen gönderilen Nâkilbaşı Hazretleri hariç hepsi birer girişimci sayılırdı. Yirmi kişilik ölüm ortaklığı, üstünde yürüyenin hayatından vazgeçtiği kumlarda yol alıyordu. 


En önde yürüyen; sarı yenleri toplu kollarından uzun, siyah bir kaftana bürünmüş kocaman bir adamdı. Elinde, üçgen şeklinde baltası olan uzun bir teber ve bu teberden çıkan revnaklı ve mistik bir ateş vardı. Bu ateş o kadar güzeldi ki, arkasında yürüyenler birkaç dakikada bir bu kaynağı belirsiz, yanan odunun ateşi gibi sallanıp savrulmayan, sabit ateşe birkaç dakikada bir bakma ihtiyacını hissediyorlardı. Uzun boylu adam ateşi kaldırdı, 


“Durun!” diyerek otoritesinin teminatı teberi yere vurdu. Şehrin otoritesini temsilen orada olan Müsellembaşı Korak da yuvarlak başlı asasını kaldırıp emri teyit etti. 


Bu emri duyan yorgunlar düzensiz bir şekilde durdu. Teberli, kaftanlı Nâkilbaşı Hazretleri teberini sallayarak tek tük heceleri duyulabilen bir duayı okumaya, her kafiye sonunda da teberini yere vurmaya başladı. Bu seyri pek hoş ritüeli izlemek ve biraz dinlenmek için herkes silahını bırakıp oturdu, tek kişi hariç; Şehrin maceracı hezarfeni Çolak Zeyavir. 


Grubun arkasına geçmiş meçini bileyleyen Korak Beyzâde hariç herkes ritüelin ritmine kendini kaptırmış olsa da, Zeyavir, çantasının içinden bir haritayı deri çantasıyla kavga ederek çıkarmaya çalışıyordu. Çanta kavganın mağlubu oldu ve esmer bilgin, kırışmış, lekelenmiş haritayı ele geçirdi. Haritayı yere serince çıkan hışırtılar, kimsenin dikkatini antik, antik olduğu kadar da esrarlı ilahiden koparmaya yetmedi. Yerdeki haritaya sol diziyle basıp, sahip olduğu biricik eliyle kumların üzerinde düzeltti. Cebinden küçük bir defter çıkarıp, ayların mavi ışığında önceki müfrezelerin seyrüseferlerini harita üzerinde tayin ederken; Nâkilbaşı öbür dünyalardan gelen haberleri aldıkça feveranı artırıyor, teberini yere vururken heceleri daha da bağırıyordu. 


Artık galeyâna gelmiş âlim, her iki hecede bir sağına adım atarak kumun üzerinde bir çember çizmeye başladı. Teberini her yere vuruşunda da kumda kısa yahut uzun muttarit çizgiler çiziyordu. Zeyavir, ritüeli onlarca defa görmüştü, izlemek şöyle dursun, bakmaya bile tahammülü yoktu. Yaptığı işe odaklanıp haritayı muhtelif çizgilerle doldurdu. Bütün çizgiler diğer müfrezelerin gittiği yolları gösteriyordu. Şu anda bulundukları noktadan beş müfreze geçmişti ve onlar yeraltı suyuna rastlamamıştı. Esmer adamın suratında acı bir tebessüm sıcaktan kurumuş dudaklarını çatlatarak büyüdü, demek ki suya rastlamamışlardı, ya da aşağıda başka bir şey vardı. Mürekkep tutmayan haritayı havada salladı. Mürekkep toz olup hafif melteme karışırken, Nâkilbaşı da altın işlemeli, ipek ciltli kitabı eline almış, konuşma yapmaya başlamıştı. 


“Sıcağı kovan iki kardeşe selam olsun!” diyerek asasını iki uydunun arasına kaldırdı ve devam etti:

“Yolunu kaybetmiş biçareye, anası olmayan beş aylık bebeğe, gözünden yaş gelmez ihtiyara, minnete aç menkûbe acımayan kumları arşınlayan azizler, on gündür bastığınız kumlar sizi ödüllendirdi.” Tek elinde tuttuğu kitabın sayfasını, baş parmağıyla çevirip aynı coşkuyla devam etti;

“O ki gökten beş alır yerden on verir, uçana yürüyeni musallat eder, çok bulup az almasını bilenlerin yanındadır. Sizler de azı bulmak için çoğu geçtiniz. Bahşolunanı alınız!” 


Konuşmasını bitirdiğinde, elindeki teberli asayı büyük bir kuvvetle kumlara sapladı. Asanın ucundaki ateşin soluk mavi ışığı, tan yeri kırmızısına döndü. Ay ışığının mavisi, asayla karışıp etrafı doğal olmayan bir fuşyaya buluyordu. Kafilenin arkasında oturan Müsellembaşı, meçini kınına sokup bastonunu ortasından tutarak öne geldi.


“Başlayabilir miyiz Nâkilbaşı?” diyerek bastonuyla yerdeki çember şekli gösterdi.


büyücek adam sarı kollu kaftanını düzeltip kumlara otururken “Başlayın. Yüz yirmi günlük su var, ama çok derinde. Uzun sürecek.” dedi. Cebinden tekrar çıkardığı ipek ciltli kitabı okumaya koyuldu. Müsellembaşı da bu sırada on kuvvetli adamı alıp sondayı çemberin tam ortasına kurdurtma emri verdi. Sondanın cilalı gövdesi, gün sökmeden mor ve mavi ışıkların altında parlamaya başlamıştı. 


Sabahın ilk ışıklarında el sondası yolun çeyreğini aşmış, dörder kişilik vardiyalar güneş kumları ısıtmadan paydos vermişti. Herkes çantalarına bağlı olan aynalı çadırları çıkarıp güneşle kendiler arasına dikti. Gümüşî günbezlerden bir koloni, bu koloninin altında damla suya hasret insanlar gündüzü geçiriyordu. Zeyavir bu sırada cebindeki küçük defteri çıkarıp geldikleri yolun tayinini yapmaktaydı. Diğerlerinin bilmediği şeyler sayfalar boyunca bu adamın el yazısıyla yazılmıştı. Kırmızı kumların sırlarını sarı kağıtlarda saklayan defteri yerdeki yalıtım şiltesine bırakıp çantasından bir alet peydâ etti. 


Eğri bir sopayı andıran bu alet; Kısa kolu zenginlerin takılarında kullanılan ahşaptan yapılmış, uzun kolu ise iki borunun birbirine tutturulmasıyla imâl edilmiş bir silahtı. Ahşap ve metalin birleştiği yerde silindir bir mekanizma vardı. Silindir mekanizmayı açtı, on iki bölmesi silindiri fırdolayı çeviren çekmecenin içine boyu yarım parmağı geçmeyen ağır metal parçaları koydu. Silindir mekanizmayı kapatıp çantasının erişimi kolay bir bölmesine cihazı yerleştirdi. Her şeyin tamam olduğuna emin olduğu sırada yattı ve olaysız bir uykuya daldı. 


Gün yerini karanlığın meltemine bıraktığı zaman coşkuyla akşam duasını eden Nâkilbaşı’na uyananlar kalkıp çadırlarını toparlamaya başlamıştı. Önceden uyanık olan Zeyavir ise üzgün gözlerle çemberin etrafındaki kumu eline alıyor, küçük bir keseye koyup salladıktan sonra tekrar döküyordu. Işıklı teber ise sönmüş, yerinde içi kahverengi bir macunla kaplanmış ufak bir cam şişe bırakmıştı. Nâkilbaşı Hazretleri gece duasının ardından diktiği tebere doğru hızlıca yürüdü, uzun sakallarının ardından küfür ettiği anlaşılıyordu. Küçük şişeyi hızlı bir bilek hareketiyle söküp, yerine tamamıyla şeffaf başka bir şişeyi aynı bilek hareketiyle taktı ve kırmızı ışık, mavi ay ışığıyla tekrar karışıp etrafı fuşya mora boyadı. 


Zeyavir, keseye koyduğu kumu biraz sallayıp tekrar döktükten sonra kalktı, Nâkilbaşı’na sokulup nazik bir sesle;


“Hazret, burada su yok.” dedi. Nâkilbaşı bunun üzerine gözlerini açarak;

“Nasıl yok, büyüyle, hile hurdayla suyu bulamazsın tabii.” diyerek elinin tersini karşısındaki adama salladı. Çolak adam bu jeste karşı biraz daha yaklaşmakla yetindi ve muhalefetine devam etti:

“Önceden buradan geçen müfrezeler de bulamamış, onların nâkilbaşıları da mı hileyle hurdayla aradı o zaman?” Fark etmeden sinirlenip dişlerini sıkmıştı. Nâkilbaşı sakinliğini korudu;

“Bahşolunan bizim hakkımızmış demek ki.” dedi uhrevî bir sakinlikle. 


Zeyavir bu duruma iyice sinirlenmişti, söylene söylene çemberden uzaklaşırken Korak’ın âlimle konuştuğunu işitti ama ne dediklerini seçemiyordu. Yalnızca Nâkilbaşı’nın o gümbürtülü sesiyle;

“Yok yahu, sıcaktan muhakemesini kaybetmiş.” dediğini duydu. 


Korak’ın yuvarlak asasını sallamasıyla dört kişilik vardiyalar tekrar çalışmaya başladı. Güçsüz düşmüş kafilenin en güçlüleri dört kollu cihazı işletiyordu. Gün batımının serinliğinde başlayan çalışma, gecenin soğuğuna kadar devam etti. Gecenin ışıkları aşikar olunca, uzakta başka bir kafilenin karanlığı yararak yürüdüğü görüldü. Bunlar parıl parıl ışıklar taşıyan, kim yahut ne oldukları bilinmeyen kimselerdi. Müsellembaşı Korak, asasını yere atarak yatma emri verdi, Nâkilbaşı ise hızlı bir el hareketiyle kırmızı ışığı olduğu yerden söndürdü. Korak fısıldayarak herkesi uyardı:


“Karşıda gördüğünüz parlak deyyuslar Teşkilât. Ceset arıyorlar ama biz de işlerine yararız. Bizi fark ederlerse artık neye inanıyorsanız duanızı edin.” Sesi pek korkmuşa benzemiyordu. 


Aslında; Bu umacılar çok ağır hareket ediyorlardı. Uzaktan insana benzeseler de yakından yalnızca bet mahluklardı bunlar. Zeyavir daha önceden bunları görmüş, hatta çok daha yakından görmüştü. Yarı insan yarı demir bu varlıklar ona faydalı bile olmuştu. Bedenlerini metalle değiştirip, kudretlerini artırmalarıyla bilinen bu insanlar, ölü insanların dokularını sentetik olarak üretemedikleri parçalar için kullanıyorlardı. Bunlar, En Büyük Hane’nin yasakladığı ve çok ağır cezalandırdığı uygulama yüzünden merdümgiriz hayatlar yaşayan mimlilerdi. Bu pek korkulan kafile görüş açısından çıkınca herkes derin bir nefes aldı. Dört kollunun başına geçen vardiyacılar tekrar bütün güçleriyle aleti çalıştırmaya başladı. 


Tan yeri sökeyazarken son vardiya bîtap düşmüş hâlde çalışırken sondanın inat edeceği tuttu ve her ne kadar zorlarlarsa zorlasınlar gariban adamlar aleti hareket ettiremediler. “Taşa denk geldik.” diyenlerle “Arzın kabuğuna değdik.” diyenler arasında küçük bir tartışma çıktı. Kitabından kafasını kaldıran Nâkilbaşı, yere saplı teber-asasına kitapla vurup hiç beklenmedik bir çınlama sesi çıkardı. Tartışmanın tarafları benirleyip, izbanduta benzeyen din âlimine döndü, adam konuşmaya başladı;


“Kardeşlerim, azı elde etmek için çoktan vermek gerekir. Kuvvetinizi sakınmayın!” diye gürledi. Bu gürlemeyi duyan Korak da bastonla işaret ederek önceki vardiyanın kolları itenlere dahil olmasını emretti. Görünürde sekiz kişilik bu kaymeni takım, yekpare bir duvarı itmeye çalışan karıncalar gibiydi. İlk başlarda hepsi birden itemiyor, düzensiz bir şekilde kollara yükleniyorlardı. Korak Beyzâde’nin ritimli “İt!” emriyle düzen sağlandı, son bir yüklenmeyle dört kollu sonda pes etti ve kızılca kıyamet koptu. 


Yer büyük bir çatırtıyla inledi ve dört kollu sonda marifetiyle açılan delik devasa bir kuyuya dönüşene kadar büyüdü, anlar önce sondayı itmek için bütün kuvvetlerini harcayan adamların feryatları yerin en karanlık çukurunda azalarak yok oldu. Sondaya yakın olanların gözleri felaketin azamiliğine karşı yerinden çıkarcasına açılmış, bedenleri ise granitten yongalanmış gibi hareketsiz kalmıştı. Uzağında olanlar ise ne olduğunu anlamak için kumları teperek deliğin ağzına koştu. Deliğin açtığı boşluğu doldurmak için hücum eden kumlardan beri kaçarak aşağıyı görmeye çalışıyorlardı. Bu olaylar silsilesinde hiç kimse yerin altındaki çatırtıları duymamıştı, ne ulu bilge Nâkilbaşı, ne meçi taşı bölen Korak Beyzâde ne de bilinmeyene mâhir Zeyavir. Çatırtılar, fısıltıdan yakarışa, yakarıştan feryâda büyüdü ve meraklı topluluğu tek lokmada yutan bir ağzın heyûlâsında sessizliğin tahakkümüyle son buldu. 


Düşenlerin panik dolu feryatlarının dinmesiyle Zeyavir’in uyanması bir oldu. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu ama çektiği dayanılmayacak ağrıları, kalan ömrü boyunca hatırlayacağını biliyordu. En azından canlıydı, nefesinin sıcaklığı soğumamıştı. Havasızlıktan ölmediğine göre kafası çok derinde değildi ama vücudunun durumunu bilmiyordu. Kafasını hareket ettirip bu kum kabirden kurtarmak istedi, kafasının üzerindeki kumlar tekrar kıpırdayıp tepecikten aşağı aktı. Akan kumlar kafasının bir kısmını dışarı çıkarmasına yetti. Şans yüzüne gülmüştü. İçinde bulundukları yerin tavanı kum tepeciğinin arasında sıkışıp sundurma görevi görmüş, güneşin haşlayan sıcağından onu korumuştu. 


Kolunu ve bedenini kum tepeciğinin eteklerine doğru hareket ettirebiliyordu, fakat bacağını hareket ettirmeye çalıştığında muhteşem bir ızdırap bedenini dağladı. Bedenini kasan acı dindiğinde, uzaklardan gelen o bildik ilahiyi fark etti. Nâkilbaşı ölmemiş, ritüelini icra edecek kadar hayattaydı. Dişlerini sıkarak bütün bedenini kum tepeciğinin dışına atmak için kıvrandı, bacağının sancısı organlara tasallut etmiş, kafasının içinde vızıldıyordu. Son bir hamleyle kırık bacağını da kumdan çekerek aldı ve acıyla bağırmamak için kolunu ısırdı ama bu, Zeyavir’in bedenini kasıp kavuran acı altında ezilerek bilincini kaybetmesine engel olamamıştı. 


Acısı dinmeden uyandı, güneşin ışınları hâlâ havadaki tozlara vuruyor, devasa boşluğu sarışın perilerin zülüfleriyle dolduruyordu. Güneş perilerinin saçları, güneşin altında kalan bahtsızların cesetlerini mızrak gibi deliyor, etlerini kızartıyordu. Zeyavir, kendisini kurtaran, gömülü kaldığı kumdan musalla taşı gibi fışkıran plakaya baktı. Koruyucu gölgenin yeri pek değişmemişti, demek ki baygınlığı çok sürmemişti. Nâkilbaşı’nın İlahisi zayıflamış ama sönmemişti. 


Göbeğinin üzerinde sürünerek artık yalnızca etten ve kemikten bir kütleye dönüşmüş askerin belindeki kayıştan ve düşüşün etkisiyle parçalanmış teber parçalarından bacağını desteklemek için derme çatma bir atel yaptı. Ayağa kalkması hâla mümkün değildi. Kalksa da gölge, ateşten denizin ortasında bir ada gibiydi. Dışında atılan her adım hemencecik öldürmese de, cildi kabartıp haşlayan, acılı ölümlerin garsonu Güneş Vebası’nı çağırıyordu. 


Ateşten denizin ortasındaki ada, çok geçmeden gölgelerin anakarasına kavuştu. Güneş, karanlıktan süratle kaçıyor, önceden aydınlattığı yerleri terk ediyordu. Zeyavir de bunu fırsat bilerek uzun süredir gözlediği çantasına doğru sürünmeye başladı. O kumun altında baygın yatarken, bahtsız kişinin biri çantasının dibine kadar gelmiş, beş dakika daha fazla yaşamasını sağlayacak öteberiyi aramak istemişti. Bu kaymeni adamın arkasında kümelenmiş ve yerlere bulaşmış kan, müteveffanın bir zamanlar diri olduğunun son şahidiydi. Zeyavir, çantaya uzanmış eli adamın yanına koydu ve çantasını alıp, biricik kolu ve sağlam bacağıyla sürünerek kan lekesini takip etmeye koyuldu. Kan lekesi doğal olmayan bir biçimde yapının derinliklerinden geliyordu, düşüşte sağ kalmış, daha sonradan yaralanmıştı. Kan lekeleri yukarı kıvrılan merdivenlerden iniyor, duvarlara sürtünüyor, fildişi duvarlara bordo detaylar nakşediyordu.


Kumların yuttuğu bu yer, zamanında büyük bir derebeyinin, lordun, şahın ya da belki de bir padişahın olmalıydı. Kubbe ve kemerlerden mürekkep tavanın yüksekliği tahminen sekiz metreydi. Duvardaki işlemeler, atmosferin dağıttığı ışığı yakalayıp, bütün koridorları serin bir loşlukla aydınlatıyordu. Gözlerini açtığı büyük odanın karanlığı, bu bilinmez yapının koridorlarına uğramamıştı. Kan izleri, bükülen, kıvrılan, desteksiz havada duran mobilyaların arasından geçiyor, loşluktan aydınlığa sonra tekrar loş koridorları kırmızıyla işleyip kıvrılıyordu. Tek kolu ve tek bacağıyla sürünen adam, her kafasını kaldırdığında hayretler içinde kalıyordu. Öyle ki; Hayretinden ilahinin kesildiğini bile fark etmemişti.


Yorgunluktan tükenmiş bedenini az da olsa dinlendirmek için usun ve kâbilin sınırlarını zorlayan mobilyalardan birine sırtını dayadı. Sırtı malzemeye değer değmez fildişi duvardaki işlemeler şiddetle parlayıp odayı aydınlattı. Zeyavir ise buna pek dikkat kesilmedi, çantasıyla başka bir müsabakaya girişmiş, çantanın yanına bağlı olan uzun deri keseyi tek eliyle beceriksizce çözmeye çalışıyordu. Güçlükle açtığı kesenin içinden çürümüş et parçalarına yapışık tendonlar, metal desteklerden ve hortumlardan oluşan sunî bir sağ kol peydah etti. Sağ kolunu kaybetmemiş, aslında bu kol biraz değişmişti. Cebindeki defterde bunun nasıl yapılacağı detaylı bir şekilde yazıyordu. Kazânın öncesinde gördükleri ve saklandıkları korkunç kafileden binbir zorlukla öğrenmişti bu zanaatı. Tendonların ve sunî kasların çalıştığından emin olmak için kolu dirsekten hareket ettirdi. Hâlâ kusursuzdu. Kolu kucağına koyup noksan kolunu kaldırıp yenini sıyırdı. Yıpranmış kumaş kayarak kolunun koçanını ve bu kola implante edilmiş soketleri açığa çıkardı. Ete saplanmış gibi duran çelik ve metal yığınları, kemiğe çapalanmış sinir kablolarından meydana geliyordu. Kemiğin içinde ise küçük bir dağıtıcı, sinir kablolarını Zeyavir’in öz sinirlerine bağlıyordu. Mekanik kolu soketlere bağlayarak sabitledi, birkaç kere yeniden kavuştuğu elini yumruk yaptıktan sonra hazır olduğuna emindi. 


Şimdi iki eliyle destekleyerek üç ayak üzerinde daha hızlı hareket edebiliyordu. Kan izleri gittikçe kalınlaşıyor, sürünme izleri, yerini kanlı ayak izlerine ve damlalara bırakıyordu. Hadisenin yaşandığı mahale çok yaklaştığını anladı. Ne gibi habasetle karşılaşacağını bilmiyordu ama çantasındaki silah ona güven veriyordu. 


Kan izlerinin nihayetinde devasa bir holde buldu kendini. Holü aydınlatan işlemelerle süslenmiş geniş fildişi kolonlar, muazzam kubbeleri ve kubbelerin üstündeki çölü taşıyordu. Kubbelerin ardından ise soluk bir kırmızı ışık odanın doğaüstü aydınlığıyla çatışıyordu. Zeyavir bunu gördüğünde destekli bir tahminde bulunmuştu ve tahminini doğrulamak için, kanını izlediği adamın öldürücü darbeyi aldıktan sonra düşürdüğü teberini alıp bir baston gibi kullanarak soluk kızıllığa yürümeye başladı. Bastonun tıkırtısı ve biyonik kolun vızıltısı sessiz duvarlardan yankılanıyordu. 


Kırmızı ışığa yaklaştıkça bu ışığın aslında holden ayrılan bir koridordan geldiğini fark etti. Bu hol kadar muazzam olan bölme, holün bir kolu sayılabilirdi. Kol, devasa bir kapıyla neticeleniyor, bu devasa kapının önünde ise insan figürleri görülüyordu. Bu figürlerden ayakta olanı dev cüssesiyle ve hiçbir taklidi bulunmayan ateşli asasıyla Nâkilbaşı’ydı. Diğerler üç kişi, dizlerinin üzerinde oturuyordu. Zeyavir’in geldiğini takırtılardan fark etmişlerdi ve herkes ona bakıyordu. Zeyavir ise yerde oturanların ellerinin arkadan bağlandığını, baldırlarının da ayak bileklerine bağlandığını fark etti. Bağlılardan biri de Korak Beyzade’ydi. Zeyavir, Nâkilbaşı ona doğru yürümeye başladığında çantasının gözüne sokuşturduğu silahını hızlı bir hamleyle çekti. 


“Hemen hiddetlenme ucube!” diye ünledi Nâkilbaşı. Ağzını kapatan bıyıkları çarpık bir gülümsemeyi gizlercesine kıpırdadı. Gözlerini kırmızı ışığın parlattığı demir kola dikmişti.


“Ucube anandır! Ne yapıyorsun?” Zeyavir’in soğukkanlılığı içinde gümbürdeyen volkanı saklamakta kusursuz bir beceri sergiliyordu. Silahtaki odacıklar, ince bir ıslık sesiyle dönmeye başladı. 


Cübbeli adam kıkırdadı. “Görmüyor musun; Azı istedim, mükâfatım muazzam oldu.” sakallarını parmaklarıyla tarayıp devam etti: “Kapıların kapısı, sahranın salâhı, kişinin işi, kanın kazıdığını kanla yazacak ulu himmetin, Bir Yudum Kapıları’nın ayak ucundayız.” Bunları sesli söylemek adamı iyice heyecanlandırmıştı. “Sırredilen kapı açılacak, sabır erdemden kaçınacak.” 


Zeyavir tevatürden haberdardı. Çöldeki mitik bir kapının açılacağı ve çölde ot, dağda dere bitireceği hem En Büyük Hane kurmaylarının, hem de halkın ağzında dolaşıyordu. Kapıya sürülecek bol miktarda kanın ve ak kanın kapıyı açacağı rivayet ediliyordu. Bunun yanında efsanelerdeki kapının detayları eksikti. Efsanelerde arzın şekli olarak anlatılan kapı dikdörtgendi, rengi de tutmuyordu; su rengi olması gereken kapı fildişindendi. Burada oturan insanların kanları bir söylenti üzerine dökülecek, bembeyaz kapılara süs olacaktı. Zeyavir silahını biraz daha sıkı kavradı, bu sırada Nâkilbaşı kafileden üstü başı yırtılmış bir kadının yanına yavaşça yürümeye başlamıştı.


“Hayatımızı kurtarmaya hazır mısın, evladım?” diye rahatsız edici bir babacanlıkla sordu. Kız kekeleyerek bir şeyler demeye çalıştıysa da sözleri dökebilmek için çok korkmuştu. Kalkan teber inemeden sendeleyen adamın ellerinden düştü. Zeyavir, adamı nişan alarak ateş etmiş, fakat ateşlediği mühimmat havada cismen bulunmayan bir şeye çarpıp parçalanmıştı. Nâkilbaşı sendeleyerek birkaç adım attı. 


“Hurafelerle, cehennem kaçkını icatlarınla kelamın doğrusunu yıkamazsın.” diye hiddetle kükredi burnu kanamaya başlayan adam. Zeyavir gözlerini kırpmadan birkaç defa daha ateş etti. İlk birkaç kurşun da havadaki cisimsizliğe çarpıp parçalansa da son bir kurşun göğüs kafesini parçalayarak kıvılcım ve ince kırmızı sisi ardına katarak büyük bir çınlamayla adamın sırtından çıktı.


Kapıya sıçrayan kan ve doku parçaları tıslayarak yüzeyde eridi. Uğultular artarak yükseldi ve kapı aralandı. Bağlanmış mahkumlar efsanenin rastgele parçalarını kendi kendilerine büyülü bir transta mırıldanıyorlardı. Zeyavir’e ise dayanılmaz bir baş ağrısı musallat olmuş, ızdırabın sebep olduğu kasılmalarla kusamadan öğürüyordu. Kapılar tam açıldığında ve uğuldama sona erdiğinde baş ağrısı da hiç var olmamış gibi yok oldu. Kapıların ardındaki ise herkesi hayal kırıklığına uğratmıştı. Büyük bir odanın tam ortasında küçük bir meşale duruyor, yanan ateşi havada salınıyordu. 


Mahkumlar iplerinden kurtuldukları zaman Zeyavir’e katılıp meşaleye doğru yürümeye başladılar. Bu sırada gruba, dayanılması mümkün olmayan bir uyku çöktü ve hepsi muhalefet edemeden ya da bu hâlle savaşmadan uykunun karanlık kollarına kendilerini teslim ettiler. 


 İkiz uyduların laciverde boyadığı kumlar, Zeyavir’in ayakları altında kıtırdıyordu. Bir Yudum Kapıları’nın gerçek olduğunu artık biliyordu. Bu paha biçilemez bilgiye mâhir olan tek kişi oydu. Omzundaki yeni ağırlıkla çölü arşınlamaya tekrar başladı. 



-Berkay Artık