Gecenin tüm ayak seslerini duymak için biraz erken çıkmıştım evden. Resiflere düşen ay pırıltılarını toplamak ve öykümü bir kez daha onlardan dinlemek istemiştim. Sahil boyunca ağır ağır yürürken göğsümdeki minik damla kolyeyi tutuyor; parıltılı minik taşlarını, tam ortasındaki akik taşı, bir ibadete dokunur gibi okşuyordum.


Gece mavisi bir lodos yüzüme üflüyordu. Kimsenin olmadığı bir yere gelince durdum. Resiflerden birinin üstüne oturdum. Gecenin usuldan, telaşsız gelişine biraz içerlemiştim. Yanımda getirdiğim siyah poşetin içinden bir kutu bira çıkarıp açtım. Bir de sigara yaktım. Derin bir nefes almıştım ki az öteme bir gölgenin oturduğunu gördüm.


Onca hevesten sonra yalnızlığımın bozulmasına sinirlenmiştim. Çeker gider, diye düşündüm. Göz ucuyla baktım. Sanki beni fark etmemişti. Kıvırcık, siyah saçı sakalı birbirine karışmıştı. Üstünde kırçıllı yer yer solmuş bir palto vardı. Bir kayanın üstüne çömelerek oturmuş, kollarını bacaklarının üstüne çapraz dolamıştı. Hiç kıpırdamıyordu. Uzun siyah kirpikleri vardı. Güneş, sabırsızlığımı anlamış gibi kirpiklerinin arasından süzülerek battı.


Onu izlemeyi bırakmış hatta sessizliği yüzünden varlığını tamamen unutmuştum. Ruhumdaki yangın uyanmaya başlamıştı. Biramı yudumlamaya, sigaramı çekmeye devam ettim. Mevsim, yağmur mevsimiydi. Gök ara sıra kendini açıyor ve yıldızlarını baş ucuma döküyordu. Gece, tekmil günahları, acıları örtüyordu…Göğsümdeki kolyeye yeniden dokundum. Her günkü ibadet saatim başlamıştı…


“Her şeyimiz aynı iken nasıl hiç benzemediğimizi söylersin!”


Bu öfkeli sesle bölündüm. Şaşkınlıkla sağa sola baktım. Yanımdaki adam yine aynı pozisyonda duruyordu. Etrafta ondan ve benden başka kimse yoktu. Konuşanın o olması lazımdı ama hiç öyle bir hali yoktu. Tam kafamı çevirecekken bu kez dudaklarının bir paslı kapı gibi ağır ağır açıldığını izledim ve ses yeniden duyuldu...


“Her şeyimiz aynı demiştim sana! Her şeyimiz aynı!”


Kafasını iki yana “olmaz” anlamında sallıyordu.


“İşte ben de ellerimle tutuyorum sen de… Ben kendimi tutuyorum, sen değerli mücevherler. Tuttuklarımız farklı olsa ne fark eder? Ben de gözlerimle görüyorum sen de. Bak işte, ben burada güneşin nasıl kanadığını görüyorum; sen barda cafcaflı giyinmiş insanları. Gördüklerimiz farklı olsa ne fark eder? Sen de benim gibi acıkınca yemek yiyorsun. Yediklerimiz farklı olsa ne fark eder hı? Benim üç günde bir yediğim simitten aldığım hazzı sen bilebilir misin? Tatmaksa tatmak işte! Doymaksa doymak!”


Bağladığı ellerini ara sıra açıyor, karşısında biri varmış gibi ellerini uzatarak, gözlerini kısarak konuşuyordu. Uzun paltosu eprimiş ayakkabılarını örtüyordu. Nefesim bile ses çıkaracak diye ürküyordum.


“Ben de bir anadan doğdum ve bir babam var. Senin de var… Sen paşazadeymişsin ben fırıncızade ne fark eder? Pöh!..


Bana madalya takan baban, seni sevdiğim için işten attı… Yok ben bu ülkenin en başarılı bilim adamı seçilmişim de yok beni kaybetmek istemezlermiş de… miş de miş yani… Salaaakkk iş isteyen kim lan kim? Bana senin nefesin gerekti senin. Hani şair diyor ya: 'Dünyanın en ağır işçisi benim çünkü 24 saat seni düşünüyorum.' İş miş yok kızım, tamam mı? Benim işim sensin…”


Çömelmek bacaklarını ağrıtmış olmalı ki taşın üstüne bağdaş kurarak oturdu. Lacivert gecenin yıldızlarına bakıyordu. Sanki yıldızlar bir puzzlenin parçalarıydılar. Tek tek onları yerlerine diziyordu.


“Hele o evimi yakıp yıkanlara ne demeli? Ha ha ha ha… Salaklaaaarrr! Len ben nʼapayım sensiz evi ha? Hatta bu içine tünediğim bedenimi de yaksınlar? Hangi ölünün daha çok canı yanar hı? Yaşamak ölmemekse, evet işte yaşıyorum! Bir yıldız gibi, bir bulut gibi, bir heykel gibi yaşıyorum.”


Göğsünü yumruğuyla tokmaklıyordu. Canının ne kadar çok yandığını buradan bile hissedebiliyordum. Elleri çok biçimliydi. Mehtabın altında Rodin’in elleri gibi kusursuz görünüyorlardı. İbadetimi unutmuş, kendimi tamamen onun sözlerine vermiştim.


“Hele de çok yetenekli bir ressam olduğumu söyleyen enteller… pöh! Nʼoldu len resimlerimi yakınca? Adam mı oldunuz he? İşte bak burada… aha şurda göğe çizdiğim resmi, kim yakabilir geceden başka? Hadi yakın da göreyim len! Yakın hadi soytarılar!”


Göğe baktığımda yıldızların çizdiği kızın resmini gördüm, yanıyordu… Başını iki yana sallayıp, dudaklarının bir yarısını alaycı bir kıvırışla yukarı kaldırıyordu. Sakallarının arasından derin ve susuz nehir yatağına benzeyen gamzelerini seçiyordum.


“Sen de bunlara uydun ya helal olsun sana da kız… yok benle evlenemezmiş de yok benle olamazmış da bana gelemezmiş de biz birbirimize hiç benzemiyormuşuz da… muşuz da muşuz… sen bana daha ne kadar benzeyebilirsin ki? İki göz, iki kulak, bir burun bir ağız, iki kol iki bacak… daha ne olacak? Pehh… sen benim dışımda değilsin ki bana benzeyesin? Sen benle evlensen nʼolur evlenmesen nʼolur? Ben senin ruhunu aldım ruhunuuuu… işte şimdi diğer insanlara çok benziyorsun, bana değil…”


Gözlerinden yaşlar süzülmeye, sesi titremeye başlamıştı. Benim de içim titredi. Kendi acımı unutmuştum. Bir şeyler yapmak istedim, aklıma bir şey gelmedi.


“Bir tane bira vereyim mi size, içer misiniz ya da sigara?”


İlk kez varlığımı fark ettiği belli olurcasına bana doğru döndü. Gözlerimin içine bir şahin gibi girdi. Pençeleri içimi acıttı. Avucunu dilenir gibi açıp uzattı.


“Sağ ol dostum, sağ ol, istemem… Eğer ruhun varsa bana biraz ondan ver…”


Ellerim, göğsümdeki kolyeyi kendiliğinden buldu…



Filiz Bedük/2002