Her zamanki düzenli halimi değiştirip çantamı gelişigüzel, ne var ne yoksa, sıkış tıkış doldurdum. Döndüm ve yattığım odanın kapısından içeri baktım; sessiz ve soluksuz. Alt kata indim, mutfağın kapısının önünden geçerken çantamı mutfak kapısının önüne bıraktım. Mutfak tezgahından alüminyum bir tas aldım, içerisine ekmek doğrayıp biraz da yoğurt koydum ve karıştırdım son kez yemeklerini vermek için. Çantamı sırtladım. Araba kapının önünde bekliyordu. Bahçeye indim, kafamı kaldırıp havaya bakmaya dahi gerek yoktu, yüz metre ilerisi bile görünmüyordu. Hava sisli, puslu, tam gitmelik bir havaydı. Çünkü çabucak gözden kaybolabilirdim. 


Sırtımda çanta, tas içindeki yoğurtlu ekmeği yemek kaplarına koydum. Koşarak geldiler. Zaten ayaklarımın dibinden ayrılmıyorlardı. Normalde daha yemeklerini koymayı beklemeden kafalarını tas içine sokan Pamuk (oğlum), Karaböcük (kızım) bu sefer beklediler oturup. Boş tası mermer merdivenlere koydum. Hiçbir şey yapmıyorlardı. Yemeklerinin başında oturuyorlardı. 


Oğlum ve kızım şöyle yemek yerlerdi: İkisi birden başlar, oğlum dört beş lokmadan sonra geri çekilir, kızımın doymasını bekler, sonra da kalan yemeği kendisi yerdi. Oğlum böyle centilmen, kızım da nazik; yemeklerini yavaş yavaş, sessiz sessiz yerlerdi. Oğlum kendini çok az sevdirir, duygularını belli etmezdi. Kızımsa ayaklarımın dibine yatar, sırtını sevdirirdi. Ve ben hangisini daha çok seviyorum diye hiç düşünmedim. 


Arabaya doğru yanaştım, çantamı yerleştirdim. Kalanlarla vedalaştım, ellerini öptüm, sarıldık. Bahçeye baktım, hâlâ tek lokma yememişlerdi. Bahçeye geri girdim. Oğlum ve kızımın yanına yaklaşıp yere, yanlarına çömeldim, kafalarını okşadım. Kızıma “Biraz daha büyü, yavruların olsun,” dedim. Oğluma da “Kızıma iyi bak,” dedim. Bahçeden çıkıp arabaya bindim, emniyet kemerimi bağladım. Keşke kaza anında vücudumuzun zarar görmesini engelleyen emniyet kemeri gibi, duygularımızı tutan ve zarar görmesini engelleyen bir kemer daha olsaydı araçlarda. 


Hareket ettik yavaş yavaş, kornaya basıldı, kalanlar arkamızdan ellerini kaldırdı, dualarıyla yola çıktık. Dayanamadım, aracın sağ yan aynasından ardıma baktım. Oğlum yolun ortasından bize bakıyordu. Kızımın daha duygusal olduğunu biliyormuş gibi onu yola çıkarmamıştı oğlum. Kızım bahçenin tahta kapısının altından bakmaya çalışıyordu. Oğlumun üç tane ayağı olmasına rağmen ayağının birisini kaldırdı, kızım yere biraz daha yattı kafasını eğerek. Kısa bir süre sonra sisten dolayı gözden kaybolduk, aynı zamanda bizim aynalardan onlar da gözden kayboldu. Ama aklımızdan ve kalbimizden kaybolmadılar. 


Dişlerimi sıkarak iki derin nefes aldım. Her nefesimde birer damla yaş döküldü. Biri oğluma, biri kızıma. 


Sessizlik bozulsun diye radyoya elini atan abimin elini tuttum. “Bırak,” dedim, “susalım biraz.”


Arabanın camını biraz daha açtım. Sigara paketinden iki sigara çıkarıp birini abime, birini kendime yaktım. Hiçbir şey konuşmadık. Kafamı aynanın yönünden diğer yöne çevirmeden sadece yol kenarındaki ağaçlara bakarak sigaramı içtim. 


Telefonumu araca bağladım. Birsen Tezer adlı sanatçıdan “Ne Tuhaf” şarkısını açtım. “Aşk yarım, nefret yarım” sözleri kulaklarımda. Oğlum yarım, kızım yarım ve ben çok eksik...