Ölüm, her zaman bizimle birlikte olan, kaçınılmaz son. Belki bir başlangıç, günahlardan ve kötülüklerden arınmış, yeni bir hayat. Zannetmem, ölümün bir sondan fazlası olmadığını düşünüyorum. Yaşamak ve ölmek, elimizde olmayan ve acı veren durumlar. Arzular değişse bile elbet ikisiyle de buluşacağız. Belki erken öleceğiz sevdiğimiz insandan, belki bir mezar taşının başında oturacağız saatlerce. Hangisi zordur? Erken ölüp ardında kalanları yasta bırakmak mı, hepsinin ölümünü görecek kadar fazla yaşamak mı? Ardından yas tutacak insanlara sahip olmayanlar için anlamsız bir soru, hangimiz sahibimiz ki böylelerine? Sahip olsaydık ben bunu yazmazdım, siz de okumazdınız. Bir şeyler kaybettiğimiz ortada. Belki hisler, belki insanlar. İçimizde bir boşluk var kapanmayan, yıllar önce terk etmiş sevgili bile kapatamaz bu boşluğu. Sevilmemişiz, okşanmamış saçlarımız, gururla bakmamışlar gözlerimize. Ne beklenir ki bizim gibilerden? Bir sokakta serseri oluruz, zamanı geldiğinde ya mezara ya da hapse gireriz. Bileklerimiz kırmızıya boyar beyaz çarşafları, sokak ortasında vuruluruz göğsümüzden. Sela bile okunmaz, haberi olan birkaç teyze dua eder belki. Şarkılar son bulur, düşünceler uçup gider zihnimizden. Karanlık kaplar gözlerimizi. Mezar taşımız tahtadan, üzerinde belediye logosu, soyadımızdan büyük. Gencecik yaşta ölmüşüz. Ruhuna fatiha. El açıp göklere dua ederler, biz yerin dibinde gömülüyken. Ederler değil mi? Birileri hatırlar bizleri.