Ona uzaktan bakıyordum hep, yakın olmayı denedikçe uzaklaşıyordu benden. Müthiş bir acı çekiyor gibiydi, gibiydi, kesinlikle öyle değildi. Sanki hislerini artık hissetmiyordu. Duygusuz biri olduğunu söylüyordu. Kendinden kaçmaya çalışıyordu, bilmiyordu ki kaçmaya çalıştıkça insan daha da yakınlaşır kendisine.

Sadece yağmurlu havaları seviyordu ama ıslanmıyordu, ıslanmaktan korkuyordu.

Küçük bir evi, evinin küçük bir penceresi vardı. Elinde kahvesi, ağzında tütünüyle o küçük penceresinden bakıyordu sürekli, dalıyordu bazen uzun uzun, ulaşmak imkansızdı artık ona. Beklediği bir şey vardı, bu çok belliydi fakat kabul etmiyordu, belki de neyi beklediğini henüz bilmiyordu.

İnsan bilmediği bir şeyi nasıl bu kadar uzun süredir bekleyebilir ki? Keyif aldığına inandığı tek şey kendisine kahve yapıp içmekti.

Sürekli düşünüyordu, yorulmuyordu düşünmekten, acımıyordu hiç kendine, inanın bana; ne düşündüğünü kendisinin de bilmediğine yemin edebilirim.

Tütün içmekten boğazı mahvolmuştu. Yine de seviyordu.

O, ona zarar veren her şeyi seviyordu. Tütünü bittiğinde ince bir işçilikle sarıyordu, beğenmediği tütünü içmiyordu, biraz mükemmeliyetçiydi, belki de takıntılı, anlamıyordum.

Konuşmuyordu, gülmüyordu, uyuyordu, uyanıyordu... Sürekli aynı günü farklı tarihlerde yaşıyordu.

Mutsuzluğu onun mutluluğuydu.

Kesinlikle keyif almıyordu hiçbir şeyden, yine de mutluydu.

Bir amacı yoktu hayatta kalmaktan başka.

Huzursuz oluyordu insan gördüğünde, sevmiyordu insanları.

Sürekli kafasında yaşıyordu, bunaltıyordu kendisini.

Bazen kitap okuyordu, o zamanlarda ona biraz daha yaklaşıyordum. İki günde bitirebileceği kitapları haftalarca bitirmiyordu. Sonradan anladım, cümlelerin altını çiziyordu, altını çizdiği her cümleyi tekrar tekrar okuyordu. Sıkılmıyordu. Onu anlamak için aynı şeyi peşinden ben de tekrarlıyordum. Sıkılmıyordum, oldukça seçiciydi.

Onu anlamayı o kadar çok istiyordum ki...

Bir süre sonra anladım, benim de önce kendimi anlamam gerektiğini. Artık onu anlamak çok daha zordu.