Günlerden Salı, vakitlerden ikindi. Öfke ile topuklarını ezmek pek adeti olmasa da, öfke ile topuklarını ezerek sokağın başından içeri girdi Servet Efendi. Dükkan komşularının ardından baş selamıyla geçerken kapı komşusu seslendi: “Hayırdır efendi? Nedir bu asabiyet?” Dükkanın önünde durup hafifçe kamburunu düzeltti Servet Efendi. İçeriye doğru bakıp baba dostuna baş selamı verdi. “Nüfus dairesinden geliyorum. Elini öper, benim yeni doğanı yazdırdım.” Baba dostu başını biraz öne eğip daha fazlasını anlatmasını istedi. “Memureye huylandım efendi. Oğlanın doğum vesikası, gece on ikiyi devirdikten sonra tertip edilmişmiş, yıl başı gecesi imiş. 1971 yazacak imiş doğum senesine. E bu oğlan askere gidecek, geç mi gitsin gelsin? Daha ben bunu eviririm. E dükkan var, her hafta bir araba soyha gelir. Pardesüydü, ceketti, gömlekti. Ben indirip kaldırıyorum şimdi de. Daha kaç sene götürür bu sırtım dünya yükünü?” Ellerini savurarak öfkelenmeye devam etti. “Ben de açtım bayramlık ağzımı. Dedim ki, bacım sen şerrime ne verirsin diye tutturmuşsun. Baban, kocan yok mu senin de? Buralarda halkı meşgul edersin, git evine işini işle, bana bir adam baksın dedim.” Baba dostu bir iki adımla kapıya yanaştı. “İyi etmemişsin efendi, anlat bakalım başka ne halt ettin?” dedi. “Yahu bu kadın milleti, hem işten anlamaz, hem her şeye hevesli, hem de aklı kıt. Anlat, anlatamadım. Karnı burnunda bir de. Dedim, herifinde hadi akıl yok, vicdan da mı yok, daha lafım bitmeden bastı haykırığı. Anlamadım da.” Baba dostu yüzünü ekşitti, başını bir yana döndü işlerine bakar gibi “Ne biliyordun da bir herifi olduğunu, herifinin sağ salim olduğunu…” dedi, sesi sözünün sonuna doğru kısılarak. Uğurlamak için “Haydi, var gir dükkanına, anlaşılan bu gün gözüne bir görünür var, haydi uğurlar olsun.” dedi.


Servet Efendi sırtını tekrar kambur edip başını önünde aklı ardına koyarak yönünü dükkana döndü. Besmele ile ortası camlı çerçevesi demir kapısını açtı. Sağlı sollu yığılmış ikinci el elbiselerin arasından dükkanın arkasına doğru adımladı. Dün bir iki çuval elbise getirmişlerdi doğup büyüdüğü köyden. Kendisinin de hocası olan cami imamı ölmüş, çocukları da babalarının eskilerini satması için getirip Servet Efendi’ye teslim etmişlerdi. Servet Efendi de hocasına hayır duası etmiş, hatim indireceğine söz vermiş ve çocuklara cebine üç beş para sıkıştırıp göndermişti. “Ölümlü dünya…” diye söylenip elini çuvalın ağzına atmıştı ki bir cins-i latife dükkandan girdi, selam verip. “Taif-e nisadan çekeceğimiz var bugün.” dedi, kendi duyacağı kadar.


Kadın gözleri buğulu bakıyordu etrafına. Bir şeyler alacak gibi değil de birine bakınır gibi göz atıyordu elbise yığınlarına. Üç beşini kaldırıp kaldırıp attı yığının diğer yanına. Biraz sağa, biraz sola adımladı. Dükkanın içlerine doğru yürüdüğünde sıvası dökülmüş sütunda askıda asılı kahverengi ceketi gördü. O an zaman dondu sandı, uzaktan kadını izleyen Servet Efendi. Kadın bir anda üzerinden akan zamanı durdurmuş, kaskatı olmuştu. Bakışlarında herhangi bir hareket yoktu, hatta nefes alıp almadığı bile meçhuldü, öylece adım atmak üzereyken donmuş gibi kalakalmıştı. Üç beş saniye, üç beş nefes, üç beş göz kırpması. Üç beş adım atmıştı Servet Efendi kadına doğru. Gözlerini kadına dikti, bir şey demezse bir şey diyecekti. Kadın adım atmaktan vazgeçip iki ayağı üzerine tam bastı. Üç beş saniye cekete bakıp vücudunu dükkan sahibine döndü, yüzünü ceketten dönmeden. Servet Efendi cekete baktı, “Ne var ulan bu cekette?” diye içinden geçirdi. Suratını kadına döndü. Okkalı bir tokat öyle müthiş geldi ki kadından, Servet Efendi’nin suratı bir daha cekete döndü. Aman Allah’ım, bu nasıl şiddetli bir tokattı. Suratının yanan tarafına doğru başını çevirip öfkeyle kadına baktı. Okkalı bir tokat daha, ŞAK. “Küstah” dedi kadıncağız. “Hadisiz!” Servet Efendi neye uğradığına şaşamadı bile. Kadın, açtı bayramlık ağzını, “Cüret ha? Nereden geliyor sana bu cüret efendi? Her ilmeğinde bin hikaye taşıyan, insan ömrünün tanıklarını esvap mı sandın? Paçavra mı sandın da burada böyle alıp satarsın?” Servet Efendi’nin sesi, kabahati ile yakalanmış bir çocuk gibi çıktı, “Ne hikayesi taşıyacak bacım esvap?” Bir tokat da suratının diğer yarısına, ŞAK. “Hadi aklın yok, kalbinde mi yok?” dedi kadın. “Bir şarkıda sekiz on mısra söylerler de dinleyen bir ömrün hikayesini duyar. Bu ceketi giyen adam, hangi çocuğu cehennemden çıkardı? Hangi kadını dünyada cennete koydu? Onuru için hangi sokakta öldüresiye dayak yedi bilir misin? Helal kazanmak için bu ceketin kaç ilmeğini terletti?” Servet Efendi “Yok” dedi. Kadın bir adım geri atıp “Bilmemeye devam et! Cehaletin cehennemin olsun!” dedi. Sakince ardını dönüp dükkandan çıktı.


Servet Efendi elini iki kaburgasının birleştiği yere koyup başını eğdi, açmaya yeltendiği çuvallara döndü. Ne oldu, nasıl oldu, niye oldu, anlamadı. Dalgın gözlerle çuvalın yanındaki tahta iskemlesine çöktü. Bir elini suratına koydu, iki tokat yediği yerden hâlâ yanıyordu. Dirseğini dizine koydu, diğer elini istemsizce çuvala attı. Çocuklar herhalde gelişi güzel basmışlardı soyhaları çuvala ki arada bir defter geldi eline. Alıp diğer dizine koydu. Hala niye tokat yediğini düşünüyordu. Cahil diye haykıran kadından utanarak bir kaç sayfa çevirdi, okudu.


Molla Kasım, pek müthiş duygular beslediği Yunus Emre’nin şiirlerini alıp bir ırmak başına varmış. İlim bu öğrenilmez, terk edilir diyerek bir bir suya atmaya başlamış. Her şiiri okuyup bir ton hakaretvari sözler söyleyip tek tek suya atmış. Üç beş şiiri atmış suya, sıradakini okumaya başlamış. “Ben dervişim diyene, bir ün edesim gelir. Seğirdüben sesine, varıp yetesim gelir. Sözü eğri büğrü söyleme Yunur, Seni de sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.” “Haa” dedi Servet Efendi okuyunca. “Sabahki söylediğimiz eğri büğrü sözler için baba dostu sigaya çekti, bize yetmedi. Demek ki sigadan sonra da kötek gelir.”